MEHMET ÂKİF’TE GURBET TEMASI 2

Akif'in "el-Uksur'da” ve "Necid Çöllerinden Medine'ye” adlı şiirleri geçici görevle gittiği yurtdışı seyahatlerinde kaleme aldığı şiirlerdi. Ancak onun uzun süreli kaldığı Mısır'da kaleme aldığı şiirlerini farklı bir yere koymak gerek. Ülke düşman işgalinden kurtarılmış ve yeni bir dönem başlamıştı. O bu oluşturulan yeni ortamda kendisini denklem dışına itilmiş olarak görüyordu. Hatta peşine takılan polislerden kendisinin yönetimce zararlı ve tehlikeli bir insan olarak görüldüğü hissini uyandırmıştı.

Akif'i gurbet hayatını yaşamak zorunda bırakan hicret iradî bir hicret mi yoksa zorunlu bir tehcir midir? Gerek şiirleri gerekse arkadaşlarıyla paylaştıkları, bu konuda bize bir fikir vermektedir. Gerek takip edilmesi gerekse iradesi dışında edindiği etnik aidiyetinden dolayı dışlanması ve dönemin resmi gazetesinde "Hadi sen git, artık kumda oyna” ifadeleri onun ülkeden ayrılmasını etkileyen hususlardır.

Eşref Edip Fergan, anılarında 1932'de Mısır'a gittiğinde Akif'le olan buluşmasını anlatırken şunları söyler:

"1932'de Mısır'a ilk gittiğim zaman Kahire'nin görülecek yerlerini bana göstermek için birkaç saat şehirde kalışı onu adeta bunaltıyordu. Bir Cuma günü de Kahire'nin ören yerlerini gezdik ve belki de İslam âleminin en mümtaz, en güzel okuyan hâfızı, Şeyh Muhammed Rıfat'ı dinledik. O, "bir de buranın en meşhur şarkıcısı Ümmü Gülsüm var, onu da bir gece sen gider, dinlersin” dedi. Görüyordum ki, Üstat şehirde bunalıyordu. Kahire'de biraz fazla kaldık mı, çok sıkılıyordu.  Geçirdiği münzevi hayat onu büsbütün şehirden uzaklaştırmıştı. O muazzam şehrin hiçbir şeyi onu eğlendirmiyordu.  O yalnız inzivagahında düşünmekle, yazmakla, okumakla vakit geçirir, başka şeyde zevk bulmazdı.”

 Âkif, Mısır'da bulunduğu ilk yılları hariç tutarsak, birçok olumsuzluklara ilave olarak bir de maddî sıkıntılar içerisinde olup, çoğu kez Hilvan'dan Kahire'ye gelmek için yol parası bulamamaktadır. Bütün bunlar ondaki gurbet acısını ikiye katlar.

Âkif, 1 Ağustos 1929'da Hilvan'da Emir Abbas Halim Paşa'ya hitaben kaleme aldığı ve ruh halini belki de en iyi ifade eden dizelerinden biri olan "el-Arîda” adlı şiirde, iyice bunaldığı aşırı bir yaz sıcağında, İstanbul yazına olan özlemini dile getirir. Bu özlemini içinde bulunduğu şartlarla İstanbul'da yaşayanlarınkiyle karşılaştırarak dile getirir:

Ey Heybeli iklimine kıştan çekilenler,

Ey Afrika temmuzunu efsane bilenler!

Ey yağ gibi üç çifte kayıklarla kayanlar,

Ey Maltepe'den Pendik'i bir hamle sayanlar!

Ey çamların altında serilmiş, uzananlar!

Ey her nefes aldıkça ömürler kazananlar!

Siz camları örter, sakınırken cereyandan;

Biz, bodruma sarkar da kaçarken galeyandan!

Siz, mercanın a'lasını attıkça şişerken;

Biz, kumda çirozlar gibi piştikçe pişerken!

Siz, Marmara âfâkını dürbünle süzerken;

Biz, poyrazı görsek diye, damlarda gezerken!

Siz, yelkeni açmış, suyun üstünde akarken;

Biz küplere binmiş, size hasretle bakarken!

İnsaf ediniz: Kopmayacak şey mi kıyamet?

Elbette kopar. Dinle paşam ceddine rahmet:

Aslında bakıldığında Âkif'in şikâyet ettiği sıcaklık, Mısır'ı vatan edinenler için fazla bir sıkıntı değildir. Türkiye'nin iklimine alışmış bir insan için kısmen zor olduğu düşünülebilir. Ancak kanaatimce onun gibi duygu yüklü bir insan için bu olumsuz şartlar, etki bakımından ikiye üçe katlar. Çünkü o, vatan cüdâ / vatanından ayrıdır.

Şairin yukarıda geçen "Gölgeler” de yayımlanan "el-‘Arîza” adlı şiirinin dışında, Safahat'a alınmamış "İkinci Ariza” adında bir şiiri daha vardır. Bu iki şiir de Abbas Halim Paşa'ya yazılmış birer "dilek mektubu” şeklinde olup, onun Mısır'daki gurbet hayatında çektiği ıstırap ve yoklukları, acı bir mizah diliyle anlatan çok güzel ve yüksek zekâ dizeleridir.

Âkif, Hilvân'da kaldığı yıllarda, gerek içinde bulunduğu şartlar gereği aksiyoner tarafının zorunlu olarak zayıflatılması gerekse ilerleyen yaşına paralel olarak his duygusundaki incelme sonucu tasavvufa meyleder. İlahî aşkın piri Mevlânâ'nın "Mesnevî” si gibi bazı mistik şahsiyetlerin eserlerini okur. Bu okumalarının etkisini onun "Gece”, "Secde” ve "Hicran” adlı şiirlerinde görürüz,

1925 yılında Hilvan'da Ferit Kam'a ithafen kaleme aldığı ve daha sonra bestelenen "Gece” adlı şiirinde adeta karşımızda Mevlânâ vardır.

Ömürler geçti, sen yoksun, gel ey bir tanecik Ma'bûd,

Gel ey bir tanecik gaib, gel ey bir tanecik mevcûd!

Ya sıyrılsın şu vahdetgâhı vahşetzâr eden hicrân,

Ya bir nefhanla serpilsin bu hâsir kalbe itminan.

Hayır, imanla itminanla dinmez ruhumun ye'si;

Ne afak isterim sensiz, ne enfüs, tamtakır hepsi

Senin Mecnûn'unum, bir sensin ancak taptığım Leylâ;

Gel ey dünyaların Mevlâsı, ey Leylâ-yı vicdanım,

Senin yâd olduğum sinende olsun, varsa payanım!

Bu dizelerde onun artık bu dünyada bir emeli kalmadığını ve rabbine kavuşma arzusunda olduğunu görmekteyiz. Kendisini Mecnûn, rabbini de Leylâ ile sembolize eder.

Eşref Edip'in "Üstad bu şiirini çok severdi. Bunu heyecanla okurdu.” dediği "Hicran” adlı şiirinde, bunaldığını, bir ömür döktüğü yaşlarla yıkandığını artık rabbinden yanına almasını niyaz eder:

İlâhî, Pek bunaldım, nerde nurun? Nerde gufrânın?

Cehennem gezdirip dursun mu âfâkımda hicrânın?

Evet, gafletti sun'um lâkin insân gaflet etmez mi?

Yıkandım bir ömürdür döktüğüm, yaşlarla, yetmez mi?

Gel artık, mâsivâ yok, şimdi yurdum Tanrı yurdumdur.

Tüten hücremde îmânım, yatan, yer yer, sücudumdur.

Ne irfânımda bir iz var, ne vicdânımda, ey Yezdân,

O seccadeyle kandilden sinen bigâne ruhundan.

Âkif'in "Gece”, "Secde” ve "Hicran” gibi Hilvan'da kaleme aldığı şiirlerin geneline bakıldığında bunların daha önce Türkiye'de kaleme aldıklarından çok farklı olduğu görülecektir. Hilvan'a gitmeden önce vuku bulan Balkan Harbi, Birinci Dünya Savaşı ve İstiklâl Savaşı sırasında halka manevi bir kuvvet vermek, onlara direniş bilincini aşılamak amacıyla dinî didaktik şiirler kaleme alırken Hilvan'da daha sûfiyâne dinî lirik şiirler kaleme alıyordu. Ondaki bu farklılığı gören bazı yakın arkadaşlarından Hasan Basri Çantay: "Üstad, siz vâdiyi değiştiriyorsunuz, sanırım?” diye sorunca; o derhal şu cevabı vermişti: "Hayır kardeşim hayır. Benim asıl vâdim budur. Neşrettiklerim, cemiyet-i beşeriyyeye hizmet için yazılmış manzumelerimdir.” der.

Aslında Akif Mısır'a gitmese de ülkesinde gurbeti yaşayacaktı. Çünkü ülkenin selamete kavuşması için yoğun çaba gösteren, hiçbir ücret almadan bu ülkenin İstiklâl Marşını yazan bir kişiyken, zamanla ülke yönetimindeki eksen kayması sonucu yabancısı olduğu değerlerin ülkeye hâkimiyetiyle birlikte teneffüste zorlanmış adeta gurbeti yaşamaya başlamıştı. Arayışlara girmeye başlayan Akif, çareyi bir diğer gurbet diyarına Mısır'a gitmekte bulur. Esasen ona göre gurbet Kemalettin Kamu'nun dizelerinde söylediği gibidir.

Gurbet o kadar acı
Ki ne varsa içimde,
Hepsi bana yabancı,
Hepsi başka biçimde!
Ben gurbette değilim,
Gurbet benim içimde!

Akif ve onun gibi İslâm aşığı şahsiyetlerin gurbeti, bu dünyadaki herhangi bir spesifik mekân değil bütünüyle dünyadır. Sıla ise yüce yaratıcıya kavuşulacak yer olan öteki dünyadır.

 

 


Yazarın Diğer Yazıları