MEHMET ÂKİF’TE GURBET TEMASI 1

 

Gurbet duygusu hemen hemen hepimizin bir vesileyle yaşadığı bir duygudur. Daha çok doğup büyüdüğümüz yerlerden, yuvamızdan ve vatanımızdan ayrılarak bir başka yere gidişimiz ve orada kalışımız için kullandığımız bir terimdir. Ancak bunun dışında kimi zaman mecazî ve hakikî aşklarda sevgiliden uzak kalış, kimi zaman da bulunulan ortama yabancı oluş için kullanılmaktadır.

İlk insan Hz. Adem'den günümüze değin gurbeti yaşayan birçok insan olmuştur.  Hz. Yusuf (A.S.) Kenan ilinden Mısır'a, Hz. Musa (A.S.) Mısır'dan Filistin'e, Peygamberimiz Mekke'den Medine'ye. Hz. Ali (R.A.) Medine'den Küfe'ye, Modern Mısır şiirinin öncüsü Emiruşşuara/Şairler Sultanı lakaplı Ahmet Şevki, Mısır'dan İspanya'ya, ünlü Rus romancısı Dostoyevski, Leningrad (St. Petersburg) dan Sibirya'ya göç etmişler veya göç etmek zorunda kalmışlardır.  Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Gönül ve aksiyon insanı Mehmet Akif Ersoy, gurbeti bütün yönleriyle yaşamış çilekeş ender şahsiyetlerden biridir. Küçük yaşlarda öksüz kalan Âkif, olumsuz şartlarda sürdürdüğü eğitiminin sonrasında çeşitli kurumlarda bir süre veteriner olarak çalışır. Birinci Dünya Savaşı öncesi ülke birliğini sağlamak adına Mısır, Suudi Arabistan ve Almanya'ya gider. Cumhuriyet kurulduktan bir süre sonra şartlar onu Mısır'a gitmeye zorlar. Orada çok zor şartlarda hayatını idame ettirmeye başlar. O günkü adı Mısır Üniversitesi olan Kahire Üniversitesinde sembolik bir rakam karşılığı Türkçe dersleri vermeye başlar. Bu olumsuz şartlar ve yaşadığı gurbet onun hastalanmasına sebep olur. Tedavi olmak amacıyla Lübnan ve Antakya'ya giden Akif 1936'da rahmeti rahmana kavuşur.     

Âkif bu çileli hayatında yaşadıklarını şiirlerine taşımıştır. Ona şiirlerinden birini okuması rica olunduğunda, gurbet şiirleri olarak değerlendirebileceğimiz ya "el-Uksûr'da” şiirini ya da "Necid Çölleri'nden Medine'ye” adlı şiirini okurdu. Mısır'ın güneyinde yer alan ve günümüzde Mısır'ın en önemli turistik mekânlarından biri olan Luksor şehrinde kaleme aldığı "el-Uksûr'da” adlı şiirinde Akif, önünde duran doğal atmosferi olabildiğince edebî bir şekilde tasvir eder. Ancak mahzun ve melüldür. Gurbetin, garipliğin ve yalnızlığın en uç duygularını yaşamaktadır. Nil nehri üzerinden Güneşin Batı'ya, Batı dünyasına geçtiğini Mısır'ın İslam dünyasının ise Güneşsiz karanlıkta kaldığını söyler. Bu ortamda gördüğü bir hurma ağacını kendisinin yalnızlığına benzetir. Adeta sığınacak bir yer kalmamışçasına onun gölgesine sığınır. Ağlayarak ruhunu teskin etmeye çalışır.

Önümde, zümrüde benzer, yığın yığın mevcat,

Saçıp saçıp uzuyor; sanki bir serâb-ı hayât!

Şu imtidâda bakın, var mı yâl ü bâline eş?

Bu yâl ü bâli bütün gün kucaklayan o güneş,

Ki Nil'i şark'ına almış da garb'a geçmişti;

Ufukta son lemeâtiyle parlıyor şimdi…

Fakat ziyâsına hâlâ tahammül imkânsız.

Solumda bir büyücek hurma var ki yapyalnız…

Zemini haylice mâil de olsa, çaresi ne?

Büründüm artık onun zıll-ı pâre pâresine.

Evet, bu sâha-ı cûşun, bu cûş-u ezvâkın

İçinde ben, yalınız ben zavallı gülmüyorum…

Oturmuş ağlıyorum, ağlasam da ma'zûrum;

Vatan-cüdâ gibiyim ceddimin diyârında!

Ne toprağında şu yurdun ne cûybârında,

Bir aşina sesi yahut bir âşina izi var!

Sadâma beklediğim aksi vermiyor ovalar.

Bileydim ey koca Şark, ey cihân-ı dûrâdûr,

Senin nerendeki evlâdının nasîbi huzur?

O, kısa süreli bir yurtdışı seyahatinde hayran kaldığı bir doğal güzelliği tasvir ederken dahi İslam dünyasının içinde bulunduğu sıkıntılardan dolayı huzursuzdur. Mısır ve diğer birçok Osmanlı toprağı, düşman işgaliyle karşı karşıyadır. O bunlardan bigâne kalamazdı.

 Akif, Berlin dönüşü Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Şerif Hüseyin'i ve diğer Arap kabilelerini isyandan vazgeçirmek için Arap yarımadasına gönderilir. Burada kaleme aldığı "Necid Çöllerinden Medine'ye” adlı şiirinde, dünya, gurbet, sıla ise Peygamberimizin yanıdır.

-Ya Nebi, şu halime bak!

Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca Sahra'nın;

Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın!

Harîm-i Pâkine can atmak istedim durdum;

Gerildi karşıma yıllarca ailem, yurdum.

«Tahammül et!» dediler. Hangi bir zamana kadar

Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var.

Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak;

Önümde durmadı artık, ne hânümân, ne ocak..

Yıkıldı hepsi. Ben aştım diyar-ı Sûdân'ı,

Üç ay «Tihâme!» deyip çiğnedim beyâbânı.

Kemiklerim bile yanmıştı belki Sahra'da;

Yetişmeseydin eğer, yâ Muhammed, imdâda;

Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin;

Bütün heyâkil-i hilkatle hasbihâl ettim;

Leyâle derdimi döktüm, cibâli söylettim!

Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü…

Nücûma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?

Azâb-ı hecrine katlandım elli üç senedir….

Sonunda alnıma çarpan bu zalim örtü nedir?

Elli üç yılı bulan bir hayat dilimi içerisinde pek çok sıkıntıyla karşılaşan şair, belki de çaresizlikten sahip olduğu yüksek manevi değerlere sığınarak Hz. Peygambere iltica eder. Onunla dertleşmek, ona sıkıntılarını anlatmak ister. O günün şartlarında sınırlı ulaşım araçlarından dolayı Medine'ye olan intikalinin zorluklarını anlatır. Güçlü bir imana ve iradeye sahip Akif artık dayanamayacak bir noktaya gelmiştir.

 

 


Yazarın Diğer Yazıları