Yıl 29 Ekim 1918, Türk ordusundan bir birlik, Musul’un yaklaşık 120 Km. güneyindeki Sirkat mevkiindedir. Yedinci Alayın İkinci Tabur ve Yedinci Bölüğü ile birlikte Dicle yakınındaki Sirkat mevkiinde asker mevzie girer. Asker içinde Silleli Mikdat Çavuş da vardır. Silleli Mikdat, okuması yazması olan, hafız bir askerdir. Gürül gürül Kur’an okurken, arkadaşlarının kendisine çektiği birisidir.
Cepheye geldiği zaman komutanı adını sormuş, o da; “Mikdat” deyince, komutan; “bu ne biçim isim?” diyerek dudak bükerek gülümsemiş. Ancak ne iş yaptığını sorunca, Mikdat; “elimden; Marangozluk, Sıvacılık, Duvarcılık, Desticilik… gelir, ne iş olursa yapabilirim” demiştir. Cin gibi zeki, yakışıklı, gürbüz bir delikanlıdır Mikdat. Ahilik geleneğinden gelen bazı mesleklerin Seymenlik töresini yaşayan Mikdat, kısa süre sonra çavuş yapılmıştır.
Ancak Mikdat’ın kendine has acayip karşılanan bir tutumu vardır; her muharebede, tüfeği ve süngüsüyle birlikte yanında bir metre uzunluğunda kalınca bir sırık taşımaktadır. Arkadaşları, Komutanları; “bu yüzden vurulup öleceksin, gel bu sırık taşıma işinden vazgeç” derler. Silleli Mikdat Çavuş, her gittiği cephede sipere bu sırığı dikip, ucuna Türk Bayrağını asarak dalgalanmasını ister. Düşmana hücum edilip, yeni siperler, yeni mevziler alındığı zaman anında Türk Bayrağını arada dalgalandırmaktadır.
Siperlerde daha, süngü süngüye, göğüs göğüse çarpışılırken o, önce Türk bayrağını diker, sonra savaşırdı. Sirkat mevkiinde de âdetini değiştirmez. Mikdat Çavuş’un Bölüğü, 130 kişidir. Karşılarında İngilizlerin 500 kişilik güçlendirilmiş bir Taburu vardır. İngilizlerin; topu, tüfeği, bombası… yani savaş malzemesi boldur. Osmanlı kuvvetleri, geri çekilen, yeterli desteği alıp ikmalini yapamayan birlikler durumundadır.
Düşman önce şiddetli bir topçu ve makineli tüfek ateşi açar. Bir saate yakın ateş devam eder. Ardından saldırı yapacakları bellidir. Türk siperlerinden başlarını kaldırıp baktıkları zaman, düşman kuvvetlerinin üç sıralı ve kademeli avcı hattında kendi siperlerinin dibine kadar yaklaştığını görürler. Artık kaybedecek zaman yoktur. Ölümüne; süngü süngüye, göğüs göğüse çarpışma vakti gelmiştir.
Hücum emri verilir. Türkler, süngüleri takılı halde, ellerinde tüfekleri mevzilerinden birer ok gibi fırlarlar. Düşman, en az dört kat kalabalıktır. Üstelik avcı hatları arasındaki mesafeyi kısaltıp Türkleri çember içine almak için üç kademeli kuvvetini tek bir sıra haline getirip, saldırıya geçmiştir. Kurtuluş görünmemektedir.
Silleli Mikdat Çavuş, arkadaşlarına; “Cephenin ortasına hücum!” emrini verir. Hücum der demesine de, düşmanın kuvvetine kuvvetle karşı konulamayacağını, cephenin ortasının sadece süngüyle yarılacağını anlamıştır. Süngü takılı tüfeğini çaprazlama boynuna geçirir. Önceden birkaç ekmek torbasına doldurduğu kum, her zaman yanında taşıdığı sırıkla meydana çıkar. Silleli Mikdat Çavuş, kükremiş bir aslan gibidir! Eli makineli tüfek gibi işler. Karşısındaki düşmanın gözlerinin içine kum serper, diğer yandan da sırığı; yüzlerine, gözlerine indirerek onları yanına yaklaştırmaz! Gözlerine kum kaçan düşman askerleri, kâh sırtını dönmekte, kâh gelişigüzel sağa sola süngülerini sallamaktadır. Bu şaşkınlık, Mikdat Çavuş’un takımının işine yarar. Mehmetçiğin süngüsü, bir lokomotifin piston kolu gibi düşman askerlerine batar çıkar. Kan gövdeyi götürmektedir.
Cephe yarılır. Düşman ikiye bölünmüş, panik başlamıştır. Bu defa cephenin parçalandığı yerden yanlara doğru düşman birliklerinin imhasına geçilir. Artık İngilizlerin, geri çekilmekten başka çaresi yoktur. Çareyi, ters yüze dönüp kaçmakta bulurlar. Arkalarından makineli tüfekler ve bombalar yetiştirilir!
Az sonra muharebe meydanından 500 kişilik düşman kuvvetinden 400’ünün telef olduğu görülür! İngiliz Birliği yenilgiye uğramış, unutamayacakları bir ders almıştır! Silleli Mikdat Çavuş, hiçbir şey olmamış gibi, kaçan düşmanın ardından girdiği yeni mevzie, Türk Bayrağını dikmiş, gölgesi altına girmiştir. O, şerefle Türk Bayrağının dalgalanışını seyre dalar. (Prof. Dr. Caner Arabacı, Kutü’l Amare Zaferi, Meram Belediyesi yayını, s. 39)