“seviyorum”, “seni canımdan da çok seviyorum”, “sen benim canımsın”, “hayatımın sonuna kadar seviyorum”, “pazara kadar değil, mezara kadar”… buna benzer bir çok övgü cümleleri sıralanırız konuşmalarımızda.
Sevgiyi, daha doğrusu sevgi cümle ve kelimelerini o derece abartırız ki, yiyecek aşımız, derdimize ilacımız, hayat iksirimiz durumuna getiririz! Yani anlayacağınız sulandırırız sevgiyi!
Sahi, sevgi nasıl bir şey? “seviyorum” deyince gerçekten sevilir mi insan? Sevginin; rengi, ırkı, dini, milliyeti, coğrafyası, dili… olur mu? Sevebilmek için yalnızca; karşı cins mi akla gelir? Sevginin altında yatan hakikat, cinsiyet mi?
Üstad, Bahattin Karakoç şöyle diyor:
Sevgi olmasa,
Üşürdüm kuyularda ey dost!
Karanlığın rüzgârı dalgalandıkça,
Sevgidir çoğaltan soyumuzu;
Sevgiliyi andıkça.
Şiir olmasa,
Olur muydum sanki şimdi ben?
Geçmişin ve geleceğin dilidir şiir.
Ne zaman yakalasa beni içimden,
Nadide çiçeklerden bir iksir.
Umut olmasa,
Yürekte ne ışıyacaktı kandil kandil?
O umutlar ki her zaman bir kutlu asa,
Yeşertir en çorak gönül topraklarını
Çil çil! ...
Düş olmasa,
Tükenir miydi hiç penceresiz geceler?
Can kendini vururdu yokuşa,
Kilitli kapılar gibi
Birbirine kilitlenirdi bilmeceler.
Hülyâ olmasa,
Ruh nasıl hicret ederdi tâ yıldızlara?
Şiir, düş, umut ve hülyâ
Bir sevgi oylumu mor menekşe;
Selâm kaleme, kâğıda.
Sabır olmasa,
Nasıl yumuşatacaktık ayrılığın kemiklerini?
Hayatlarımızla bağlı olmasak toprağa,
Ezgilere karıştırıp kimyasını
Böylesine koklayabilir miydik çiçeklerini?
Hasat vaktidir şimdi,
Şiirin en güzel sabahı,
Sevginin ak topuklarını yüreğe vurduğu an,
Ne ışık, ne rüzgâr, ne de sular uyuyabilir artık;
Dipdiri bir medeniyettir kan…
İçten, samimiyetle sevenler parmak kaldırsın. Yok mu? Bulunmuyor mu? O zaman “sevgiye yelken açmak için kolları sıvamak lazım.