Aşağıdaki sözün, Mevlana’ya ait olmadığını belirterek yazıma başlamak istiyorum.
İranlı şair; Ebu Said Ebu’l Hayr;
“Gel, ne olursan ol, yine gel.
Kâfir, Mecusi, putperest olsan da gel,
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da gel.”
Sözünde; gel ama geldiğin gibi kalma. Bozuk gelirsen buradan düzgün çıkarsın. Bal peteğine giren bir sinek nasıl bal olursa sen de; İslâm’ın huzur, mutluluk, sevgi diyarına girersen değişime uğrarsın anlamı vardır.
Ramazandan önce bazı aklı evveller; “Ramazan çok sıcak geçecek, yüzyılın en sıcak mevsimini yaşayacağız!...” gibi laflar ettiler! Halbuki emrine kurban olduğum, öyle nefis bir hava, o kadar tatlı bir ortam meydana getirdi ki, oruç tutmanın bu kadar kolay ve huzur getirdiğini tahmin edemezsiniz.
Aslında, ibadetlerin, insanlara zor gelen tarafı yok! Ancak, her zaman olduğu gibi, burada da algı operasyonları oluşturuluyor! Mesela; “16 saat oruç tutacağız!”, “nasıl dayanacağım?”, “bu uzun günlerde oruç tutulmaz”… mesele insanları ibadetlerden, yaratanla iletişime geçmekten uzaklaştırmak!
Günahların yakıldığı, su ile toprağın canlandığı, hayat bulduğu iklim gibi bir zaman dilimindeyiz! Evet büyük bir değişim zamanındayız. 11 ay, belki de yıllarca katılaşmış, körelmiş, duyarsız hale gelmiş, günahlarla nem ne şekil olmuş ruh âlemimizin; törpülenmesi, yıkanması, tabir yerindeyse dezenfekte edilmesi için ele geçmez bir zaman dilimindeyiz. Bunu iyi değerlendirmemiz, fırsatları iyi kullanmamız şarttır.
Evet, uzun günlerdeyiz! İşte insanın imtihanı burada başlıyor. Şöyle düşünürsek sanırım günün uzunluğunu daha az hissederiz. Allah’ın bu kadar ihsanı, bu kadar hesaba ve kitaba sığmayan nimetleri karşılığında bizim 16- 17 saat oruç tutarak O’na minnettarlığımızı ortaya koymamız çok mu? Bir nefesin hesabını veremeyiz. Eğer doğduğumuz zamandan itibaren nefesler parayla satılsaydı nasıl hakkından gelecektik? Buna para pul yeter miydi? Servetler kâfi gelir miydi?
Bir başka, üzerinde düşünmemiz gereken husus; sağlığımız. Devamlı hasta olmuş, doğru dürüst; ne yürüyebiliyor, ne konuşabiliyor, ne düşünebiliyor durumda olsaydık, tedavi için harcadığımız paralar yeter miydi? Kalbimiz teklese, midemizde problem olsa, gözümüz görmese, elimiz tutmasa, ayağımız basamasa, kulaklarımız duymasa, bu yaşantıdan sıkıntı duyarız değil mi?
Ama şimdi? Şimdi sapasağlamız, sıksak taşın suyunu çıkaracak durumdayız! Bunca nimetler karşısında bizim insan olarak Allah’ın bu iyiliklerine sıcak da olsa, soğuk da olsa oruçla, namazla, hac ile, zekâtla, dua ve diğer yönelişlerle teşekkür etmemiz gerekmez mi?
Kendimizi, âdetlerimizi, nefsimizin isteklerini değiştirmemiz, değişime uğramamız şarttır. Bu yönüyle Ramazan ayı büyük bir fırsat! O kadar merhametli, o kadar kullarını ödüle boğan bir yaratıcı! Ne kadar sevinsek, ne kadar mutlu olsak yine de az! Küçücük bir iyilik yapsak onu değerlendiriyor. Küçücük bir kötülük yapsak onu da değerlendiriyor. Ama iyiliği hemen değerlendiriyor, hem de en az 10, 100, 1000 ve belki de sayısız derecede!
Fakat kötülüğü hemen değerlendirmiyor; bir gün bekliyor, belki pişman olur, tövbe eder de yanlışını düzeltir diye. Sonra kötülüğü misli misline değerlendiriyor. Yani bir gram kötülük yapmışsak, bir gram ceza veriyor. Ancak Allah’ın merhameti, öfkesinden daha fazladır. Bizi her an affetmek, kurtarmak için elimizden tutup cennete koymaya can atıyor!