Zahmetten Kaçarak Rahmete Ulaşılabilir mi?
AİLE VE MUALLİMLİK
FEDAKÂR, DAVA ADAMI EĞİTİMCİLERİMİZİN 24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜNÜ KUTLUYORUM
İnce Minaremizi İsteriz
İNSANIN KÖLELEŞTİRİLMESİ VE YENİDÜNYA DÜZENİ
FIRSAT
KURTULUŞ İSLAM’DADIR…
Üzerimize boca edilen kötü haberler
Bugünlerde araçlarda kış lastiğinin önemi ve zamanı
2025 yılında döviz kurlarında dalgalanmalar(volatilite) yaşanır mı?
Ebu’l-Ala el-Ma’arri’nin Risaletu’l-gufran Adlı Eseri
Beyşehir Gölü’nde Suyun ve Emeğin İzinde
ABD’nin Ortadoğu Haritası
Alfa Romeo Junior
Organize İşler
Konyaspor Sezonun En İyi Oyununu Oynadı
ÖCALAN SİLAH BIRAKIN DERSE NE OLUR?
KONYALISIN ETLİEKMEK
Bir bayram daha bitti. Ömrümüz olduğu sürece daha ne bayramlar göreceğiz. Ne zamanlar geçecek…
Zaman zaman; "Ne olacak bu halimiz? Ah o eski bayramlar…” diye hayıflanırız. Durmadan, zamandan, dünyadan, dünyalıktan şikayet ederiz. Diyanet işleri eski başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Gerçek Hayat dergisine verdiği röportajda İslamî hassasiyetimizin kaybolduğu ve kurumlarımızın hali pürmelalini masaya yatırmış. Bakın ne diyor Görmez;
"Gösterinin, imajın, propagandanın davet, irşat ve tebliğle karıştırıldığı, hayırseverin sponsora dönüştüğü, vakıfların STK'laştığı bir dönemden geçiyoruz ve dindarlığımız, ahlakımız gösterişin egemenliğinde zayıfladı maalesef.
İnançla, dinle, ilmi meselelerle ilgili yüzlerce sorunumuz var ve müktesebatımız bu meselelerin hiç birini çözmüyor, çözemiyor. Çünkü nicelik niteliği yok etti. Üniversitemiz evrenselleşemedi, ilahiyat eğitimimiz ise üniversiteleşemedi. Bu sebeple bütün dünyaya hitap eden alim, mütefekkir, bilim adamı yetiştirme noktasında ciddi sorunlarımız var.
İslâm dünyasında "el-farizatü'l-gaibe” başlığını taşıyan pek çok kitap yazılmıştır. Bu, kaybolan farz demektir. Sözü edilen bu kayıp farz da tefekkürdür, düşünmektir. Bizim de gayemiz; kendimiz, halimiz ve istikbâlimiz üzerinde yeniden düşünmek, ilim ve tefekkür hayatımıza mütevazi bir katkı sunmaktır. Önce öğrenmek, sonra da kendi çapımızda üretmek ve öğretmek istiyoruz. Yani önce talebe olmaya talibiz. Şahsen ben en büyük üretimin bilgi, düşünce ve değer üretmek olduğuna inanırım. Merhum Aliya'nın ifadesiyle "Semanın öğrencisi olmayan, yeryüzünün muallimi olamaz.”
Düşünme ameliyesini hakkıyla başarabilirsek, ikinci adım olarak da düşündürmek istiyoruz. Temel bir gayemiz de bu. Araştırma yapmakla yetinmeyeceğiz yani. Âlim ve mütefekkir olmaya karar vermiş genç akademisyenlerimizle birlikte bu Enstitü'de düşünce üretmek, düşüncemizin bütüncül metodolojisiyle İslâmî ilimlerin usûlüne yönelmek istiyoruz. Ezcümle gayemiz kendi çapımızda kaybolan bu farzı yeniden ihya etmektir. Çünkü Müslümanlar olarak düşünme farzını çok ihmal ettik. Oysa bir saat tefekkür, bin saat nafile ibadetten hayırlıdır.
Kur'an'da düşünmek mastarının üç farklı karşılığı vardır: Tefekkür, tezekkür, tedebbür. Tefekkür fikreden akıl, tezekkür zikreden akıl, tedebbür tedbir alan akıldır. Tefekkür, halimiz üzerinde düşünmektir. Tezekkür tarih, mâzî üzerine düşünmektir. Tedebbür ise istikbâl üzerine düşünmektir. Yeterince tefekkür etmediğimiz, az fikir ürettiğimiz açık, zira halimiz ortada. Aciz kaldıkça mâzînin ihtişamına sığınıyoruz. Ancak tezekkür olmadığı için en küçük tarihi hâdise üzerinden bölünüp parçalanıyoruz. Kur'an'a göre akleden kalbe sahip olmak için, tarih üzerinde tezekkür etmek gerekir. Gelecek üzerinde düşünmeyi ise hiç yapmıyoruz. Tedebbürümüzün olmadığı ise tedbir almadığımızdan, tedbirsizliğimizden belli. Hatta bazen Kur'an'ın sünnetullah dediği ilâhî yasaları bırakıp ahir zaman edebiyatı ile âlemin sonunu ilân ediyoruz. Başkaları tarihin sonunu ilân ediyor, biz âlemin sonunu ilan ediyoruz. Oysa âlemin sonunu ilan edenlerin bir istikbali olmaz. Bütün bunlar çoğunlukla akıl nimetinden koparak ezber konuştuğumuzu gösteriyor.
Bugün İslâm'ın rahmet mesajlarının insanlığa teşrifinin üzerinden on dört asır geçtikten sonra hâlâ İslâm'ın bilgi ve amel kaynaklarını, deliller sistemini ve deliller hiyerarşisini tartışmak, değerler sistemini ve değerler hiyerarşisini kaybetmek usulsüzlüktendir.
On dört asır sonra, Âmentümüzü, inanç esaslarımızı dahi yeniden sorgulamak, akaitten olan nice esasları terk etmek, akaitten olmayan nice unsurları akaidin sabitelerine dönüştürmek Usûluddin'i kaybetmekten neşet eder. Dinin sabiteleri ile değişkenlerini birbirine karıştırmak, aslî olanla ferî olanı ayıramamak, dinî olanla kültürel olanı, âdet ile ibâdeti, yerel olanla evrensel olanı karıştırmak usulsüzlüktendir.
Bugün Şiî, Sûnnî, Sûfî, Selefi, Zâhirî, Batınî, Diyobendî, Berelvî, Gelenekçi, Modernist, Ehl-i Kur'an, Ehl-i Hâdis gibi bölünmeler yetmiyormuş gibi bir de Ehl-i Sünnet içi tartışmalar başlatmak usûlden koptuğumuzu gösteriyor. Aynı şekilde farz ile sünneti, sünnet ile nafileyi, hatta sünnet ile bid'atı birbirine karıştırmanın özünde de bu usulsüzlüğümüz yatıyor.
Tam anlamıyla bir bilgi kaosuyla karşı karşıyayız. Hatta ona bilgi değil malumat demeliyiz. Bu kaos da beraberinde bir idrak kaosu doğuruyor. Bizi birleştirmeye gelen din, gelişigüzel yorumlarımızla ayrıştırıyor. İlimden, hikmetten ve ihtilaf ahlâkından yoksun bu tartışmalar bana, medeniyetlerin çöküş ve çözülüş dönemi din tartışmalarını hatırlatıyor. Bütün bunlar disiplinler arası metodolojiyi dikkate alarak usûlün çerçeve belirleyici rolünü yeniden keşfetmeye bizi sevk ediyor. Usûl dışı arayışları engelleyecek olan yine kendi usûlümüzdür. Ve eğer bir yenilenme yapılacaksa da yine usûlümüz çerçevesinde olmalıdır.
Bu arızi durumla zaman kaybetmeden yüzleşmek, kayıp ve ihmallerimizi telafi etmek zorundayız.
İslâm risaletinin insanlığa teşrifinin üzerinden asırlar geçtiği halde Müslümanların, hassaten ilim çevrelerinin Hz. Peygamberin dindeki konumunu, risalet ve nübüvvetin mahiyetini ve bu çerçevede sünnet ve hadisin dindeki yerini, değerini, biz Müslümanlar için önemini tartışmaya devam etmesini, birbirinin tekrarı olan on binlerce kitapla ve makaleyle bir sünnet savunusu edebiyatına vücut verilmesini anlamakta zorlanıyorum. Ve bu durumu İslâm din ve düşünce tarihi için de bir talihsizlik olarak değerlendiriyorum.
Hz. Muhammed (sas)'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğunu şehâdet kelimesine yerleştirmiş bir dinin mensuplarının asırlar sonra dahi Hz. Peygamberin dindeki konumu üzerinden ihtilafa düşmeleri, birbirlerini tekfir etmeleri, O'nun pak siretini bir tarafa bırakarak karikatür krizlerine malzeme taşıyan bir Peygamber tasavvuru üzerinden bölünmeye devam etmelerini anlamakta zorluk çekiyorum.
Anlamakta çok zorlandığım bir başka husus da, Kur'an Sünnet ilişkisini on dört asır sonra kavrayamamış olmak, hatta Kur'an Sünnet üzerinden bölünüp parçalanmaktır. Ehl-i Hâdis, Ehl-i Kur'an, Kur'an İslâmı, Sünnet İslâmı tasniflerini hakikaten anlayamıyorum. Usûl ve Makâsıd üzerinde ısrar etmememizin bir sebebi de budur.”
Gerçekten sayın Görmez'in dediği gibi, İslamî hassasiyeti temin etmek için çaba sarf etmeyecek miyiz? Kur'anı anlamak için aklımızı terletmeyecek miyiz?AİLE VE MUALLİMLİK
“KEŞKE” DEMEMEK İÇİN
NE KADAR SAMİMİYİZ?
MIZRAK ÇUVALA GİRMEZ
MANKURTLAR
SELÇUKYA NELER YAPIYOR?
GÖNÜL FATİHLERİ
16 KONYA EFSANESİ
ERENLER DÜNYASI
VAKT-İ MUHABBET