Dört bir köşesinden savaş, çatışma ve doğal afet haberleri gelen dünyamızın bu tür krizlerin doğurduğu en önemli sorunlarından bir tanesi mülteci ve sığınmacılardır. Çeşitli nedenlerle vatanlarını terk etmek zorunda kalan milyonlarca insan bugün zor şartlarda yaşam mücadelesi vermektedir. Mülteci ve sığınmacı sorunu 2011 yılında rekor bir artışla Dünya’nın gündeminde daha fazla yer bulsa da krizin çözümüne yönelik çalışmalar ne yazık ki bir artış göstermemiştir.
Mülteci kavramı günümüzde çoğunlukla sığınmacı olarak kullanılan ve çok genel bir şekilde, kendi hükümetleri ya da diğer bir hükümet tarafından baskı altında oldukları, olumsuz şartlara sürüklendikleri için başka hükümetlere sığınan insanları tanımlamak için kullanılmaktadır. Birleşmiş Milletler bünyesinde imzalanan 28.07.1951 tarihli Sığınmacıların Statüsüne İlişkin Sözleşme’de, mülteci “Irkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen her şahıs” olarak tanımlanır.
Sığınmacıların Statüsüne İlişkin Sözleşme ile 16.12.1996 tarihli Ek Protokol’de mültecilik “Bir kişinin yabancı bir devletin ülkesine, diplomasi temsilciliği ya da konsolosluk binalarına, savaş gemileri ya da devlet uçaklarına girerek kendi devletince ya da başka bir yabancı devletçe kendisine karşı yapılan baskılardan ya da yasal kovuşturmalardan kaçması ve bu açıdan sığınmak istediği devletin güvencesini elde etmesi” şeklinde tanımlamaktadır.
Mültecilik hukuki bir tanım olarak yaklaşık 60 yıldır var olsa da göçmenliğin ve sığınmacılığın tarihi iktidarın tarihiyle paralel bir seyir izlemiştir. Yabancı topraklardan baskı ve zulüm sebebiyle kaçan insanların korunması, insanlık tarihi kadar eski bir olaydır.
Bu özelliğe dair referanslar, Ortadoğu’daki Hititler, Antik Yunanlılar, Babiller ve Asurlular gibi en büyük imparatorlukların geliştiği dönemlerde, yani 3.500 yıl önce, yazılmış metinlerde bile yer almaktadır.
Tarihi bu kadar eskilere uzansa da mülteci sorunu gelişen süreçte yok olmamıştır. Öyle ki bugün bile bu sorun tam anlamıyla çözülememiş ve hatta her geçen gün daha da büyümektedir. Aradan geçen bunca yıla rağmen, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra insanlık ciddi bir mülteci sorunu ile yüz yüze kalmıştır.
Vatanlarından edilen insanların, mültecilerin sayısı her geçen yıl artmaktadır. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin kurulduğu 1951 yılında, yaklaşık 1 milyon mültecinin, Komiserliğin yetki alanına dahil olduğu tahmin edilmektedir. Bugün bu sayı, Birleşmiş Milletler Orta Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışma Örgütü tarafından ilgilenilen 2.5 milyon mülteci ve ülkesinde yerinden edilmiş 25 milyondan fazla insana ek olarak, tahminen 17.5 milyon mülteciye ulaşmış durumdadır. Geçmişteki benzerlerinin aksine, günümüzdeki mülteci hareketleri bireysel kaçışlardan daha ziyade artarak kitlesel büyük göçler halini almış durumdadır.
Mülteci sorunu küreselleşme ile yeni bir boyut kazanmış, bu süreçte o da küreselleşmiştir. Günümüzde mülteciliğin, zorunlu göçün belirgin özelliği sadece gittikçe daha küresel bir hal alması da değildir. Günümüzde gerçekleşen göçler, bir tercih değil zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Daha doğru bir ifadeyle artık göç, yerinden olmaya (edilmeye) karşılık gelmektedir. Göçün değişen tabiatı, zorla yerinden edilmeye tekabül etmiştir. Mültecilik, sığınmacılık, yerinden edilenler, vatansızların ortaya çıkışı bir tesadüf değildir ve tam da bu gerçekliğe işaret etmektedir.
Toplum; rengarenk çiçeklerle bezenmiş çiçek bahçesine benzer.
Aşureyi oluşturan çeşitli tahılların birlikte kaynamasıyla meydana gelen bir tatlılıktır toplum.
Çeşitli ağaçların meydana getirdiği ve insanlara oksijen veren, gözleri, gönülleri dinlendiren yeşilin tonlarından hasıl olmuş bir renk cümbüşüdür toplum. Siyahı, kırmızısı, beyazı, kumralı, Arab'ı, Türk'ü, Kürd'ü, Çerkes'i, Laz'ı, Boşnak'ı, Acem'i, Abaza'sı ile bir mozaiktir toplum. Arının çeşitli çiçekleri dolaşarak ağzımızı tatlandıran bala benzer toplum. Ellerimizle, ayaklarımızla, gözlerimiz, kulaklarımız, burnumuz ve bütün vücudumuzla nasıl bir bütün oluşturuyorsak, tüm organlarımızla bir bütün halinde nasıl insan meydana geliyorsa...toplum da aynıdır. insanın veya vücudun her hangi bir yerini eksilttiğimiz zaman sıkıntılar hasıl oluyorsa, toplumu meydana getiren insanları da ötelediğimiz zaman sıkıntılar meydana geliyor!
Toplumdaki her birey, ayrı bir değerdir. Allah, hepsine değişik yetenekler vermiştir. Hiçbir insan yeteneksiz değil. çünkü yaratan, eksik ve noksan iş yapmaz. Onun için insana; "Eşref-i mahlukat" (En şerefli varlık) denmiştir. Bu yüzden insan kalbi Kâbe kabul edilmiştir. "Önce can, sonra canan" şeklinde güzel bir kavram var. Her insan kendi görevini yaparsa, diğer insanlara görevini hatırlatma durumunda kalmaz.