Konuşmalarımız, kavramlarla, kelimelerle yüklü. Cümle kurarken, yazı yazarken, konuşurken, kavramlardaki, kelimelerden yola çıkarız. Kavramlar iyi kurulur, iyi anlaşılır ve iyi kullanılırsa muhatabımız da, konuşmayı iyi anlar, sağa sola çekme durumunda kalmaz.
Kavramları söylemek önemli değil, içini doldurmak önemli. Birkaç kavramı ele alalım; “önce can, sonra canan”, “maşallah”, “inşallah”, “Allah’ı çok seviyorum”, “sizin için Allah’a duacıyım”…
Çoğunlukla; “Önce can, sonra canan” sözü; bencillik, aymazlık, vurdumduymazlık, ilgisizlik, ne halin varsa gör… olarak anlaşılıyor. Aslına bakacak olursak şu anlama geldiği net olarak ortaya çıkar; önce kendine çeki düzen ver, önce kendi hatalarını düzelt, önce kendin dol, önce aynayı kendine tut; sonra başkalarına söz söyle, sonra topluma yön vermeye kalk. Biraz daha açalım; bir insan tepeden tırnağa günah yüküyle dolu, her yaptığı, her söylediği yanlış ve hatalı olsa, bu insanın dediklerine inanır mısınız? Böyle bir insan ne kadar başkalarına söz söylese, ne kadar fetva verse, ne kadar hoş sohbet içinde bulunsa… kim itibar eder? Bu tür insana; “kendisi yardıma muhtaç bir dede, nerde kaldı başkasına himmet ede” demezler mi? Hatasını düzeltmeden, içe bakış yapmadan, empati kurmadan, diğer insanlara nasıl öğüt verilecek? Topluma yön verme nasıl mümkün olacak? Bu kavramı her alana, her kuruma, her müesseseye uygulamak olasıdır.
“Maşallah”; Allah isterse demektir. Elbette, her şeyi yaratan, her şeye hüküm geçiren O’dur. O, dilemezse yaprak bile kıpırdamaz. Buraya kadar doğru. İyi de biz “maşallah”ların içini dolduruyor muyuz? “maşallah” demekle iş bitiyor mu? Dil, her şeyi çözüyor mu? Hz. Ali, bir topluluğun yanından geçerken, topluluktaki insanların; “Tevbe ya Rabbi, tevbe ya Rabbi” diyerek dövündüklerini görür ve; “sizin tevbeleriniz de tevbeye muhtaç” der. İşte ipin ucu burada kaçıyor. Sözle söyleyiverince her iş bitti sanıyoruz.
“inşallah” da aynı! Allah aşkına; “Niçin yapmadığınızı söylersiniz?” uyarısı bize bir şey söylemiyor mu? “Ey iman edenler, iman ediniz” şiddetli uyarısını nereye koyacağız? Dahası Kur’anı nasıl okuyoruz? Niçin okuyoruz? Neden okuyoruz? Eğer okuyorsak, Kur’andan bir şeyler alıyor muyuz? Okuduğumuz her ayet, her sure bize mesaj veriyor! Kur’an, Allah’tan bize gelen bir mektup! Sevdiğimiz, inandığımız, güvendiğimiz… birisinden gelen mektupta neler yazıyor? Bizden neler istiyor? Hiç merak etmeyecek miyiz? Merak etmiyor muyuz?
Kur’an; sadece namazdan, oruçtan, zekattan, hacdan… söz etmez. Dünyanın düzenini bozmayın, doğayı tahrip etmeyin, kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın, adaleti ikame edin, iki kişinin arasını düzeltin, fitne çıkarmayın, teröre prim vermeyin, komşularınızla iyi geçinin, yalandan, gıybetten, iftiradan uzak kalınız, kul hakkı ile Allah’ın huzuruna çıkmayın…
Kur’an, eylem istiyor, söyleme itibar etmiyor. Onun için sevgili peygamberimiz; “ameller, niyetlere göredir” der. Yani yaptığımız bir iş, kafamızdaki tasarının, içimizdeki niyetin sonucudur. Bir kötülük yaptığımız zaman; “ben böyle bir niyet taşımıyorum” deme hakkımız olamaz.
İmanın içinde samimiyet vardır. Mümin olmak, samimi, içten, riyasız, olduğu gibi olmaktır. Hz. Ebubekir’in, peygamberimiz Miraca çıktığında, müşriklerin; “bu konuyu Ebubekir’e söyleyelim, o ne diyecek?” dediklerinde, Hz. Ebubekir; “eğer o söylüyorsa doğrudur” diyebilmiştir. İşte samimiyet bu! Çekinmeden, tırsmadan, hiçbir ön yargıya girmeden; “ben inanıyorum” diyebiliyor muyuz? Hz. Hatice’nin imanı gibi. Ammar’ın, Sümeyye’nin, Ammar bin Yasir’in imanları gibi…