Zahmetten Kaçarak Rahmete Ulaşılabilir mi?
AİLE VE MUALLİMLİK
FEDAKÂR, DAVA ADAMI EĞİTİMCİLERİMİZİN 24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜNÜ KUTLUYORUM
İnce Minaremizi İsteriz
İNSANIN KÖLELEŞTİRİLMESİ VE YENİDÜNYA DÜZENİ
FIRSAT
KURTULUŞ İSLAM’DADIR…
Üzerimize boca edilen kötü haberler
Bugünlerde araçlarda kış lastiğinin önemi ve zamanı
2025 yılında döviz kurlarında dalgalanmalar(volatilite) yaşanır mı?
Ebu’l-Ala el-Ma’arri’nin Risaletu’l-gufran Adlı Eseri
Beyşehir Gölü’nde Suyun ve Emeğin İzinde
ABD’nin Ortadoğu Haritası
Alfa Romeo Junior
Organize İşler
Konyaspor Sezonun En İyi Oyununu Oynadı
ÖCALAN SİLAH BIRAKIN DERSE NE OLUR?
KONYALISIN ETLİEKMEK
Tam adı Ebu Hanife Numan b. Sabit b. Zuta b. Mah'tır. Kufe'de doğdu. Kökenine dair Birçok farklı iddia (Soyunun bir yanının Türk olduğu da iddia edilir) vardır. Aslen Arap olmayan Ebu Hanife'nin dedelerinin Fars kökenli olduğu ihtimali daha güçlüdür. Dedesi Zuta'nın, aslen Kâbil bölgesinde yaşayan Farisoğulları'na mensup bir uç beyi olduğu söylenir. İslam'da hukuki düşüncenin ve içtihat (Fıkıhta, ayetlerden ve hadislerden, anlamları açıkça anlaşılmayanları, açıkça bildirilen diğer hükümlere kıyaslayarak, benzeterek, bunlardan çıkarılan yeni hükümler) anlayışının gelişmesinde önemli payı olup daha çok Ebu Hanife (Hanife'nin babası) veya İmam-ı Azam diye anılmıştır.
Ebu Hanife olarak anılıyorsa da Hanife adında bir kızının olmadığı bilinmektedir. Bu şekilde anılması, Iraklılar arasında hanife denilen bir tür divit veya yazı hokkasını devamlı yanında taşıması veya hanif kelimesinin sözlük anlamından hareketle "haktan ve yoldan ayrılmayan” bir kimse olmasıyla açıklanmıştır. Onun öncülüğünde başlayan ve öğrencilerinin gayretiyle gelişip yaygınlaşan Irak fıkıh ekolü de imamın bu adına nispetle "Hanefi mezhebi” adını almıştır. "Büyük İmam” anlamına gelen İmam-ı Azam sıfatının verilmesi de çağdaşları arasında seçkin bir yere sahip bulunması, hukuki düşünce ve içtihat metodunda çığır açması, döneminden itibaren birçok fakihin (fıkıhçı) onun görüşleri ve yöntemini benimsemiş olması gibi sebeplerle açıklanabilir.
"Mümin, Allah'ü Teâlâ'nın kendisini devamlı murakabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahü Teâlânın onu kontrol ettiğine inanır. Krallar ve sözde büyük adamlar ise, ne gizli ve ne de aşikar bir yerde herhangi bir şahsı murakabe edemezler.”
Ebu Hanife hakkında döneminden itibaren, değişik görüşteki birçok yazar ve bilgin tarafından lehte ve aleyhte çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Ebu Hanife ticaretle uğraşan varlıklı bir ailenin çocuğudur. Kendisi de İslam öğrenmeye başlamadan önce kumaş tüccarlığı yapmıştır. Kufe'de dükkânının bulunduğundan söz edilir. Kendini İslam'ı öğrenmeye adayınca ticaret işini ortakları aracılığıyla sürdürmüştür. Küçük yaşlarda Kuran'ı ezberlediği sanılan Ebu Hanife, kıraat (okuma) ilmini öğrenmişti. Ebu Hanife'nin doğup büyüdüğü Kufe ile bölgenin ikinci büyük şehri olan Basra, diğer halklar ve eski medeniyetlerle ilişkisi bulunan, yeni Müslüman olanlara İslam'ın ve Arapçanın öğretildiği, siyasi faaliyetlerin yoğun olduğu önemli yerleşim birimleriydi. Aynı zamanda buralar birçok fakih, dilci, yazar, şair ve filozofun da bulunduğu birer bilim merkeziydi. Böyle bir ortamda ticaretle uğraşan, parlak bir zekâya sahip Ebu Hanife'ye çevresindeki bilginler yakın ilgi gösterdiler ve onu bilime yönelttiler. Ebu Hanife bu tür tartışma ve sohbetlerde, Hz. Muhammed'den sahabeye ve sonraki nesillere geçen ve o dönem Müslümanlarının çoğunluğunca da benimsenen inanç esaslarını savunmayı gaye edinmiştir. Onun bu alandaki görüşleri, zamanla daha belirgin hale gelecek olan Ehlisünnet anlayışının şekillenmesine önemli ölçüde yardımcı olmuştur.
Ebu Hanife, yirmili yaşlarının başında fıkha yönelmiştir. Ebu Hanife dini bir bütün olarak düşünmüştür, ancak Hammad'ın öğrencisi olduktan sonra uygulamalı fıkıh alanında iyice derinleştiği ve ağırlıklı olarak bu alanda otorite olduğu söylenebilir. Devrinin bilginlerinin çoğu ile görüşme ve onlardan faydalanma imkânı bulan Ebu Hanife'nin asıl hocası, Hammad b. Ebu Süleyman'dır. Ebu Hanife, (720) yılından itibaren hocasının ölümüne kadar on sekiz yıl süreyle onun ders halkasına devam etmiş, hocasının bulunmadığı zamanlarda ona vekâleten ders verecek düzeye yükselmiştir. Hammad'ın 738 yılında ölümü üzerine, kırk yaşlarındayken öğrencilerin ısrarları üzerine hocasının yerine geçerek ders vermeye başlamış, bu hocalığı bazı aralıklarla ölümüne kadar sürmüştür. Yetiştirdiği öğrencilerin sayısının birkaç bini bulduğu, bunlardan kırkının içtihat edecek dereceye ulaştığı belirtilir. Ebu Hanife, Hac için gittiği Mekke'de döneminin seçkin düşünce adamlarıyla karşılaşarak görüş ve fetvalarını onlarla tartışma imkânı bulmuştur. Bu temasların, Ebu Hanife'nin bilgi birikimine ve fıkıh meselelerine bakış açısına önemli ölçüde katkısının bulunduğu açıktır. Ebu Hanife'nin sahabe Enes b. Malik'i gördüğü de söylenmiştir.
Ömrünün elli bir yılı Emeviler, on yedi yılı Abbasiler döneminde geçen Ebu Hanife, hilâfetin Emevilerden Abbasilere geçişine şahit oldu. Ebu Hanife'nin Ehli Beyt'e karşı yakınlık ve bağlılık duyduğu ve Hz. Ali soyunu sevdiği kesindir. Bu sebeple Emevilerin Ehli Beyt'e karşı tutumu sertleşince Ebu Hanife onları açıkça eleştirmekten çekinmemiştir. Hatta onun, Zeyd b. Ali'nin 739 yılında Emevi Halifesi Hişam b. Abdülmelik'e karşı başlattığı ayaklanmayı hem maddi, hem de fetvalarıyla manevi olarak desteklediği aktarılmıştır. Bu ayaklanma 740'ta Zeyd'in öldürülmesiyle sona ermiş, daha sonra oğlu Yahya 743 yılında Horasan'da ayaklanmış ve o da öldürülmüştür. Üst üste gelen bu olaylar bilginlerin Emevi hilafetini açıktan eleştirmelerine ve hilafetin sarsılmasına sebep olmuştur. Bu arada Ebu Hanife'ye de Kufe kadılığı teklif edilmiş, her türlü baskıya rağmen kabul etmeyince de hapsedilmiş ve dövülmüştü. Hastalanınca hapisten çıkarılıp Mekke'ye gitmiş ve hilafet Abbasilere geçinceye kadar orada kalmıştır. Bütün bunlardan sonra Ebu Hanife, Hz. Ali soyunun haklarını koruyacağını söyleyen Abbasilerin kuruluşundan umutlanarak Kufe'ye dönmüştür. Ancak Abbasi döneminde de yaşanan haksızlıklara karşı açıkça tavır almaya başlamıştır. 767 yılında zehirletilerek öldürüldü. Cenazesi vasiyeti üzerine Hayzüran Kabristanı'nın doğu tarafına defnedildi. Daha sonra 1067 yılında üzerine bir türbe yaptırılıp çevresine de medrese inşa ettirilmiştir. Mezarı bugün Bağdat'ta adına hürmeten Azamiye diye anılan bölgededir.
AİLE VE MUALLİMLİK
“KEŞKE” DEMEMEK İÇİN
NE KADAR SAMİMİYİZ?
MIZRAK ÇUVALA GİRMEZ
MANKURTLAR
SELÇUKYA NELER YAPIYOR?
GÖNÜL FATİHLERİ
16 KONYA EFSANESİ
ERENLER DÜNYASI
VAKT-İ MUHABBET