PAYİTAHTTA BİR ÖMÜR
TRAFİK SİGORTASINA YETKİ BELGESİ ESNAF ÇÖZÜMÜ
Konya’da etliekmek savaşları-2
SURİYE’YE “OSMANLI YÖNETİM MODELİ” LAZIMDIR.
HRİSTİYAN BİR KOMŞUN NAMAZ KILSA NE DERSİN?
Laiklerin gücü nereden geliyor?
Bitcoin altına rakip olabilir mi?
HAK AŞIĞI AHMED-İ KUDDÛSİ
Yeni Bir Yıla
BİZ YAPTIK BİZ
“Ver Korkuyu” Değil; “Ver Coşkuyu”
DOĞAL ŞİFA KAYNAĞI: YEŞİL ÇAY
İNGİLİZLER VE HİNDİSTAN’IN KARANLIK TARİHİ
SULTAN VAHDETTİN’İN MEZARI TÜRKİYE’YE GETİRİLSİN
Oynamak İstemeyenler Varsa İsteyenler Oynasın
ALMANYA’DA TÜRK OLMAK -2-
Futbolun Yazılı Olmayan Kuralı…
SURİYE’NİN BÖLÜNMESİ
Alfa Romeo Junior
KONYALISIN ETLİEKMEK
Benim çocukluğumda evlerde yemekler, gaz ocağında pişerdi. Bugünkü gibi modern ocaklar yoktu.
Türkiye'de 1960'lara kadar şehirlerde gazocağı kullanılıyordu. Bakkallarda satılan gazla çalışan ve tıkandıkça iğneyle açılan gazocağı, elektriğin gelmesi ve aydınlanmada kullanılmaya başlamasından sonra da bir süre varlığını devam ettirdi. Önce LPG, havagazı veya elektrikle çalışan ocaklar, daha sonra ızgara fırınlar (Latince furnus yani sıcak sözcüğünden) üretildi.
Altındaki depoya gaz yağı doldurulurdu. Çalıştırmak için yanındaki pompa ile pompalanır, gaz epeyce kafaya geldiği zaman ateşlenirdi. Bazen gaz memesi tıkanır ve özel iğnesiyle açılır ve harlı yanması sağlanırdı. Ocağı söndürmek için, gaz doldurma ağzının yanındaki musluk açılırdı. Ocağı kısmak için de aynı musluk kullanılırdı.
Gaz ocakları; sesli kafa, sessiz kafa diye iki türlüydü. İlkokul beşinci sınıftayken, Başarılı çarşısında bir gazocağı tamircisinde çırak olarak çalışmıştım. Hem hayatı öğreneyim, hem de okumanın kıymetini bileyim diye babam ve annem böyle bir karar vermişti. Aslında yokluk olduğu için belki para da kazanırım düşüncesi de vardı. Çırak da olsa, eline beş on kuruş vermek, çalışanı motive ederdi. Bunu; insani ve İslamî bir anlayış olarak benmsemek gerekirdi. Tabii ki, çırak, kalfa kadar para alamazdı, almamalıydı. Zira onun daha çok alacağı yol vardı. Fakat az da olsa bir şeyler vermenin doğru olduğuna inanıyorum. Verilsin ki o mesleği sevsinler, işlerini severek, isteyerek yapsınlar.
Hak yemek, hakkı vermemek insan hakkı ihlalidir. Rabbimiz; "Kul hakkıyla gelmeyin” der. Kul hakkı dışındaki bütün günahları affedeceğini söyler.
Bir bayram günüydü, herkeste bayram hazırlığı vardı. Çarşılar, pazarlar, bayram hazırlığı yapanlarla doluydu. Satıcılar;
-"gel abi, gel abla, bayramlıklarımız burada!” diye bağırdıkça benim içim gidiyordu. Ailemin, bana bayramlık alacak gücü yoktu. Ne yalan söyleyeyim, ailem fakirdi ama ailede huzurumuz iyiydi. Annemin babamla kavga ettiklerine şahit olmadım. Kavga yüzünden soframız kapalı kalmazdı. Babamın her gelişinde yüzünden tebessüm eksik olmazdı. Bu, benim için paha biçilmez bir andı. Varsın katımız, yatımız, malımız, mülkümüz olmasındı. Hamdolsun, bize bizliğimizi unutturacak, insanlara tepeden baktıracak, kul hakkı yedirecek bir derekeye bizi düşürmedi.
Bayramlık elbiseler, ayakkabılar adeta;
-"gel beni al” diyordu. Ne yazık ki buna da gücüm yoktu. Ağzımın suyu akmıyor değildi. Derinden bir "Ohh!” çeker ve kadere rıza gösterirdim. Tabii akşamları eve gidince, odamda, yatağımın içinde sessizce ağlayarak boşalırdım.
Ayağımda köylü lastiği vardı. Bilenler bilir. Ertesi gün bayramdı ya, bayramda insanlar, özellikle çocuklar sevindirlir ya, ustam da, beni sevinsin, bayrama mutlu girsin diye köylü lastiğimi boyattı, bayrama hazır hale getirmişti. O sevincimi hiç unutamam. Lastik boyanır mı? Boyandı işte!
Doğru dürüst giyecek ayakkabı olmayınca, "ıskarpin” adı verilen güzel ayakkabım yoktu, hiç olmadı. Giyindiğim bu köylü lastiği, bana en iyi ıskarpinden daha güzel geliyordu.
Köylü lastiğinin boyanması yerine ustam yeni bir ayakkabı almış olsaydı, sanırım hayatım boyunca bu ikramını unutamazdım. Almadı işte. Keyfinin kahyası değildim ya! Alır alır, almaz almaz…
Sevgililer sevgilisi;
-"veren el, alan elden üstündür”, "hediyeleşin” diyordu. Kime diyordu? Neden diyordu? Bunu demesindeki amaç neydi? Bu tür kavramları, irfan sahipleri düşünsün.
Usta devamlı;
-"Ulan, oğlan” diye seslenirdi. Bu, bana çok ağır geliyordu. Aslında; "lan, ulan…” lafları hakaret ve aşağılama ifade ediyordu. Kendisi öğleyin, arkadaşlarını, eşini, dostunu çağırır, onlara ziyafet çekerdi. Bana da;
-"Şuradan bir simit al da ye” der, simite talim ederdim. Tabii usta ve arkadaşlarının, etliekmek ve lezzetli yemek yerken canım çekiyordu. Sevgili peygamberimiz;
-"Yanınızda çalıştırdığınız elemanlara, yediğinizden yedirin, içtiğinizden içirin, giydiğinizden giydirin…” diyordu.
Aslında ben, gazocağı Tamir çıraklığını istememiştim. Babam nedense, kim söylediyse beni oraya gönderdi. Gönlümde okumak vardı. İlkokulda da olsam, içime okuma arzusu yerleşmişti. Ama çar naçar bir yaz tatili devam ettim. Hani denir ya; "kerhen” yani istemeye istemeye… şükür ki yaz bitti, benim çıraklık maceram da sona erdi.
Bizim Devre!
Ayağında yırtık pabuç,
Fakir idi bizim devre.
Değişmedi asla sonuç,
Yoksul idi bizim devre!
Bir göz oda loş pencere,
Yemek pişmez boş tencere,
Hiçbir şey yok ne becere,
Naçar idi bizim devre!
Rutubetli eve girdi,
Perde yoktu kâğıt gerdi,
Şilte diye kilim serdi,
Mahrum idi bizim devre!
Yüksünmedi ahvalinden,
Tiksinmedi bu halinden,
Kaybetmedi kemalinden,
Özden idi bizim devre!
PAYİTAHTTA BİR ÖMÜR
SÖZLERDE KENDİMİZİ ARAMAK
SEVGİ, İNSANA HAS BİR MEZİYETTİR!
VATAN VE İSLAM ŞAİRİ
YAZARLIK HAYATIM-YAYIMLANAN KİTAPLARIM VE EVRENSEL MESAJLAR SERİSİ
VAKT-İ MUHABBET
VUSLATININ 751. YILINDA MEVLANA
HER ZALİM CEZASINI ÇEKECEK!
TEVHİD’İN HAYATA YANSIMASI
PAYİTAHTA RUH VERENLER