CİĞER DAĞLAYAN YAZ!

Yaz Mevsiminde Sol Yanıma Kar Yağdı!

Çocukluğum; rahat, huzur içinde, bir eli yağda bir eli balda olarak geçmedi. Çocukluk anlayışıyla hayatın hep oyundan, eğlenceden, neşeden ibaret olduğunu sanırdım. Meğerse öyle değilmiş. İnişler, yokuşlar, üzüntüler, kederler, elemler ve ölümler de varmış.

Annem, saçını süpürge etti denilen tarzda çocuklarına kol kanat gerdi. Babam da, ailesine, çocuklarına nafaka temin etmek için çalışır dururdu. Babam hocaydı. O dönemin Medrese mezunuydu. Ama hangi kısımdan mezun olduğunu bilmiyorum, sormak da aklıma gelmedi. Bir ara mahalle camimizde imamlık yaptı. Dini bilgisi yeterliydi. Fakat Diyanet'e imtihana girip kadrolu imam hatiplik almadı. Çok dedik; "baba, Diyanet İşleri Başkanlığı İmam hatiplik imtihanına gir, kazanırsın, senin dini bilgin yeterli…” ama dinlemedi. Belki de bir düşündüğü vardı. Bazen de köylere imamlığa gider, aylarca gelemezdi. Malum maaşını halk verirdi. Babam olmadığı vakitlerde annem evin her şeyi olurdu, hem baba, hem anne, hem arkadaş, hem de sırda. Annem okuma yazma bilmez; ümmi idi.

Günler böyle geçerken bir gün babam;

"-Oğlum annen hasta, doktora götürelim” dedi. Bu söz bende deprem etkisi yaptı. aklmıza hemen komşunun doktor oğlu geldi. Onu çağırdık. Gerekli muayeneyi yaptı ve babamı bir kenara çekerek;

-"Hoca, hanımın çok hasta. Benim branşım değil, onu sen bir dahiliyeciye götür” dedi. Doktora gidebilmek için arabamız yoktu. Hamdolsun, vefakâr komşularımız vardı. Yan komşumuza haber verdik, sağ olsun hiç itiraz etmeden at arabasını hazırladı. Ağabeyim, ablam, ben, annem ve babam birlikte arabaya doluştuk. Komşumuz, doktora geç kalmayalım diye ata; "deh” diyor, kamçılıyor ve hız yapmaya çalışıyordu. At arabası ne kadar hızlı giderdi ki. Otomobil gibi hıza sahip değil. Ama yine de komşumuz gereken hassasiyeti gösteriyordu. Zaten annem çoktandır, "Belim, sırtım…” diye sızlanırdı. Demek ki bu, hastalığın işaretiymiş. Arabayla annemi şehre doktora getirdik. Doktor iyice muayene etti. Muayene sonunda babama;

-"Amca, yenge tifo” dedi. Tifo ne demekti? Verem gibi bir şey miydi? Bu hastalık, annemi bizden alacak mıydı? Annem ölürse biz ne olurduk? Dört kardeş ne yapardık? Hiç birimizin ne mesleği vardı, ne çalıştığımız bir yer. Bendeniz daha öğrenciydim. İmam Hatip Okulu birinci sınıftaydım. Abilerimin biri öğrenciydi. Öbür abim de askerdi. Ablam da İlk okulu bitirmiş başka okula gitmemişti. Eğer anneme bir hal olacak olursa tek başına evi nasıl çekip çevirecekti? Bu duygular beynimi tırmalıyor, gözümün önünden bir sinema şeridi gibi acı günler geçiyordu.

Annemi, doktordan çıktıktan sonra eve getirdik. Yatağına yattı. Sanki vasiyet ediyordu. Durmadan;

-"Yavrularım, gelin yanıma, size diyeceklerim var” diyor, bu sözleri söylerken bile yoruluyor, nefes nefese kalıyordu. Diyeceklerini şöyle sıraladı;

"-Bakın yavrularım! Benim durumum iyi değil. Bu yataktan kalkamayacağım. Eğer ölürsem, birbirinize sahip çıkın. Kardeş kardeşe düşmeyin. Benim yokluğumu belli etmeyin. Babanıza karşı saygıda kusur etmeyesiniz. Askerdeki abinize benim hastalığımı söylemeyin. Ben okuyamadım, okumaya hasretim. Okumayı ihmal etmeyin. İslam'ı iyi yaşayın. Kur'an rehberiniz olsun…”

Babam, annemin hastalığından çok etkilenmişti. Bize belli etmese de gizli gizli ağlar;

"-Ben sensiz ne yaparım? Beni boynu bükük bırakma” derdi.

Bir hafta mı yattı iki hafta mı bilemiyorum. Bir sabah babam;

-"Çocuklar anneniz geçindi” demez mi? Ne demekti, "geçinmek?” Ölümün ikiz kardeşi miydi? Evet, babam ağladığına göre annem ölmüştü! 11 Temmuz 1963

İşte bu andan itibaren hepimizin sol yanından ağrı yükseldi. Birbirimize sarılarak ağlamaya, gözyaşı dökmeye başladık. Boynumuz bükülmüş, öksüz kalmıştık. Bu durumu askerdeki abime nasıl anlatacaktık? Bereket versin, Sakarya'da akrabamız vardı. Abim de orada askerdi. Onlar abime, annemin hasta olduğunu söylemişler. Abim de izin alarak Konya'ya geldi. Onun gelmesi acımızın, hüznümüzün doruk noktaya çıkmasına sebep oldu. Tekrar birbirimize sarılarak ağlamaya başladık! O hengameyi bir görmeliydiniz! Gözyaşlarımız sel gibi akıyordu. Artık yapacak bir şeyimiz yoktu. Takdiri ilahi böyleymiş. Allah bizi imtihandan geçiriyormuş!

Vefakâr ve fedakâr komşumuz Detseli Hamdi abiye ve Senem ablaya haber verdik. Elsiz ayaksız koşarak, itiraz etmeden geldiler. Çok vefakâr komşularımız vardı. Ne zaman bir şeye ihtiyacımız olsa, çekinmeden verirlerdi. "Komşu komşunun külüne muhtaç” sözü gerçekten çok anlamlı ve önemliydi. Sevgili Peygamberimiz;

-"Allah'a ve ahiret gününe iman eden komşusuna ikram etsin”, "Cebrail bana komşu hakkında o kadar tavsiyede bulundu ki, komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım” diyordu.

  Cenazenin yıkanması için kazanlar kuruldu, ocaklar yakıldı, sular ısıtıldı. Tüm komşu kadınları yardım ediyorlardı. Zira annem sağlığında hiçbir komşusuyla kavga etmemiş, kimseyi kırmamıştı. Zaten karakterinde; kırmak yoktu. O yüzden çok seviliyordu.

Diğer komşumuz makinacı Süleyman amca da minibüsünü getirdi. Cenazeyi minibüsle Hacı Fettah Camiine götürdük. Orada yıkandı, namazı kılındı ve ebedi istirahatgahına bırakıldı. Definden sonra komşularımız baş sağlığı dilediler.

"Ah anam, ah garip anam, neden bırakıp gittin?” diye ağlıyordum. Kafam allak bullaktı. Yürümeyi unutmuştum. Görenler beni deli sanıyordu. Her gün evde annemi görüyordum. Hayali gözlerimin önündeydi.

Bir hafta evimize, komşularımızdan yemek ikramı yapıldı. Ama ne yapayım ki, yemekler boğazımdan geçmiyordu. Bana annemin yaptığı yemek lazımdı.   

Annemin vefatına babam çok üzülüyordu. Annemden sonra sağlığı iyice kötüleşti. Her geçen gün ağlıyor, hıçkırıklara boğuluyordu. Bir gün pencerenin önüne oturmuş;

-"Allah, Allah, Allah…” diye yüksek sesle bağırıyordu. Gözleri koskoca olmuş, elleri titriyor, yüzü morarıyordu. Telaşa kapıldım;

-"Acaba babam da mı ölecekti? Onu da mı kaybedecektik? O da ölürse annesiz babasız ne yapardık?”

Aradan üç ay geçti veya geçmedi. O da bir güz günü aramızdan ayrıldı. Hem öksüz hem yetim kalmıştık! Hayatımın en acı, en karanlık, umutların bittiği bir andı. Yaz mevsimi, kışa dönmüştü.

Herkes; "anne, baba” dedikçe içim burkuluyor, sol yanımdan kan damlıyordu! Artık yaşamanın bir anlamı kalmamıştı. Zira anne ve baba bambaşka bir şeydi.             

 

Gel de Bana Sor!

 

Dokuz yüz altmış üç, dert boyum aştı,
Mevsim yazdı, lakin yüreğim kıştı.
Annem öldüğünde feleğim şaştı,
Öksüzlük ne imiş gel de bana sor.

 

 Araları kısa, üç aylık zaman,
Bir anda öldüler, halim pek yaman,
Dört kardeş döküldük, aman ki aman!
Öksüzlük ne imiş gel de bana sor.

 

Yaş o zaman on beş, çocuktum belki,
Yediğim darbenin ilkiydi ilki,
Unutulmaz, derin yara bu yılki,
Öksüzlük ne imiş gel de bana sor.

 

Üzüntüm ruhuma bir "akar” oldu,
Gariplik boynumu hep yıkar oldu,
Tattığım acılar pek yakar oldu,
Öksüzlük ne imiş gel de bana sor.


Yazarın Diğer Yazıları