Müslüman olarak temel vazifemiz dinin yaşanması ve yaşatılması; hem kendi nefsimizde hem de toplumsal ortamda İslami esasların hâkim kılınması çabasıdır. Bu çabanın başlıca faaliyet alanını ise tebliğ sorumluluğu oluşturur. Resullerin temel faaliyeti tebliğ idi. Aynı şekilde nebevi görevin taşıyıcıları olması gereken müminlerin de temel faaliyeti tebliğ olmalıdır.
Neyin tebliğ edileceği ve bunun nasıl yapılacağı en başta Kuran'ı Kerim ile sabittir; aynı şekilde Resullerin ve bilhassa da "usvetul hasene' olan Efendimiz (s.)'in hayatı da neyin nasıl yapılması gerektiğini en bariz şekilde ortaya koymaktadır.
Tebliğ görevini ifa ile yükümlü müminlerin bu yükümlülüklerini yerine getirmeleri için gerekli vasıfları bünyelerinde taşıdıkları varsayımından hareketle; tebliğde en önemli unsurun içerik olduğu açığa çıkmaktadır. Yani tebliğ edilen, insanlara ulaştırılan şey gerçekten Allah'ın dininin hakikatleri olmalıdır. Tarihi süreç içinde katıp karıştırma yoluyla dine eklenen, dine sonradan bulaştırılan anlayış ve inançlar, pratikler değil; sahih İslam tebliğ edilmelidir.
Muhatabın sahip olduğu kültür ve anlayışı göz önünde bulundurmayan; muhtemelen ilk kez karşılaştığı, yeni duyduğu ya da duyacağı fikirler karşısında doğal olarak hissedebileceği endişe, şaşkınlık hatta kızgınlığı hesaba katmayan bir tavır tebliğ sorumluluğu ile çelişir. Aynı şekilde, sonda söylemesi gerekeni başta söyleyerek fikirlerin aktarımında öncelik ve tedricilik usulünü gözetmeyen; tam manasıyla kavrayamadığı ya da hakkında tafsilatlı biçimde bilgi sahibi olmadığı konuları yarım yamalak bir tarzda ortalığa saçarak muhataplarında kafa karışıklığına yol açmaktan çekinmeyen ve daha buna benzer tutarsız, ölçüsüz yaklaşımlar sergilemek tebliğ etmek değildir.
Yine muhatabına gereken saygıyı göstermeyen; onun kişiliğine değer vermeyen; sıcak ve dostane yaklaşım yerine küçümseyen, samimiyetten ve içtenlikten uzak davranışlarla da tebliğ yapılmaz; bu şekilde yapılan şey de tebliğ olmaz. Yumuşak ve kazanıcı bir üslup yerine sert, haşin ve dışlayıcı yaklaşım en mükemmel mesajın dahi muhatap tarafından anlaşılmamasını ve daha baştan reddedilmesini getirir.
Özellikle dikkat edilmesi gereken hususlardan biri de kendini beğenmiş ve alaycı üsluptan kaçınmaktır. Unutmamalıyız ki sıradan, basit bir hediye bile güzel bir ambalaj içinde gayet sevimli görülebilirken; kötü ve tiksindirici bir şekilde paketlenmiş en nadide bir hediye dahi kerih karşılanacaktır.
Muhatabımız, muhataplarımız insandır. İnsanlar ise sadece et ve kemikten olmadığı gibi, sadece akıldan da ibaret değildir. Duygular da insanların kararlarını, düşüncelerini etkiler. Hatta hayatlarının yönlendirilmesinde belirleyici rol oynar. Bu yüzden insanların sadece akıllarına değil, duygularına da hitap edebilmeliyiz. Dışlayan, yok sayan, kırıcı ve alaycı üslup Müslümanların üslubu değildir. Bu üslupla İslam'ın doğruları anlatılamaz.
Şahsiyet Oluşumunda İnsanlarla İlişkilerimizde Üslubumuza Özen Göstermek zorundayız. İnsan ilişkilerinde her düzeyde çok belirleyici bir nitelik arz eden ve usulüne uygun hareket edilmediğinde çeşitli kırgınlıklara, uzaklaşmalara, hatta kavgalara yol açabilen üslup bozuklukları sadece dışarıya karşı tebliğ vazifesini yerine getirirken önemsenmesi gereken bir konu olmayıp, iç ilişkiler bağlamında da dikkat edilmesi gerekli bir husustur.
Hatta Müslümanların kendi aralarındaki irtibat ve ilişkinin boyutları düşünüldüğünde bu olay çok daha büyük önem arz eder. Şöyle ki, Müslümanlar ve bilhassa da İslam'ın toplumsal hayata hâkim olmadığı coğrafyalarda yaşayan Müslümanlar, ağır bir sorumluluk altındadırlar. Bu sorumluluk; Her türlü zorluğa ve imkânsızlığa karşı İslam'ı yaşamak ve toplumsal temelde yaşanması için gerekli zeminleri oluşturmak; bunun için gerektiğinde malını, canını seve seve feda edebilmek.
Bu yapabilmek birliktelikle mümkündür. Tek başına ne kadar fazla güç ve imkâna sahip olunsa da bu vazifenin hakkıyla gerçekleştirilebilmesi mümkün değildir. Bu yüzden Müslümanlar birlikte olmakla, cemaat oluşturmakla yükümlüdürler. Bu cemaatin içyapısı ve dayanışmasının nasıl olması gerektiğini de Saf suresindeki "innallahe yuhibbullezine yukatilune fi sebilillahi saffen keennehum bünyanun mersus" ayetinden anlamaktayız. Yani burada buyrulmaktadır ki: "Allah kendi yolunda kaynatılmış binalar gibi saf tutmuş halde çarpışanları sever."