Biz yetişkinler imkânsızlık içinde büyüdük. Okullarda ders işlerken, öğretmenimiz, tebeşirimiz, kalemimiz, kendi imkânlarımızla yaptığımız oyuncaklarımız vardı.
Merak ettiğimiz bir kelimenin anlamını bulabilmek için, sözlüklerimiz vardı. Kelimenin anlamını bulur, kendimiz cümle içinde kullanırdık.
Ne zaman ki yeni yetme sözlükler çıktı, kelimelerin anlamı kaldı ama bizde anlam gittikçe azalmaya başladı. Kelimenin anlamının ardında cümle içinde kullanılan örnekler verildi, tüm sınıf aynı sözlüğü kullanıyorsak, aynı cümleyi papağan gibi tekrar ettik ve düşünmemizi engellediler. Düşünceyi öyle yasaklarla engellemeye gerek yoktu. Kimin fikriydi bilmem ama bozulmaya o sözlüklerle başladık. Bozulmaya, ezberciliğe, papağanlaşmaya…
Oysa önceleri Ali;
Bakkaldan, ekmek, kalem, silgi, elma, un, makas, masa, beton, kaya, ağaç, mevsim, tabut, marangoz, doktor, vapur, deniz vs. alırdı.
Gülüşürdük, sevinirdik, üzülürdük, üzerinde açıklama yapardı öğretmenimiz, tartışırdık, anlaşırdık, olayı tatlıya bağlardık…
Tebeşirle tahtaya yazı yazarken güzel yazıp, deftere çirkin harflerle yazı yazmayı kendimize bir türlü açıklayamaz, daha da düzgün yazacağım derken, iyice karıştırır çalı çızığı gibi yazılarımız olurdu.
Beyaz, çizgisiz defterler varken beynimiz elimizden fazla çalışır, kafamız yorulurdu.
Yazısı güzel olan arkadaşlarımıza imrenir, inci gibi yazıyorlar, ne kadar da yetenekliler der, güzel yazı defterlerini eskitir güzel yazı yazmayı bir türlü beceremezdik.
Güzel yazı defterlerine güzel yazı yazanlar belirli sınırların dışına çıkmayı bir türlü öğrenemediler.
Evimize gider, eski defteri kırpar onlardan not defterleri yapardık, tel zımbamız yoktu ama tellerden zımba yapmasını da bilirdik. Defterlerimizi kaplarken, kayısı veya armut ağacından yapışkanlar toplar, kavanozlarda saklar, resim dersinde okula götürürken utanırdık, yapıştırıcısı olanların kınamasından çekinerek…
Laf lafı açmıyor, kendimi kaptırmadım…
Odasına kapanıp sürekli ders çalışan, her türlü oyuncayı marketten alınan, çamurdan araba yapmasını, ağaca salıncak kurmasını bilmeyen, boyama kitaplarının çizdiği sınırların ötesini göremeyen, Sezen Aksu’nun Ünzile’sinden farkı olmayan çocuklar yönetecek ileride bu ülkeyi…
Teknolojinin iyi taraflarını alalım klişesine falan takılmayacağım…
Teknolojinin neyini alırsanız alın ama çocuğunuzu yetiştirirken eline tebeşir verin, çamurdan, eski eşyalardan arabalar, oyuncaklar yaptırın, hesap makinesi olmadan parmakla saymasını öğretin. En önemlisi de, onlarla arkadaş falan olmayın. Bırakın saçma sapan kişisel gelişimci safsatalarını…
Çocuğunuza ana olun, baba olun… Onlara arkadaş olduğunuz zaman, arkadaş edinmeye gerek duymayacaklar, yeter ki doğru arkadaş seçiminde rehber olun onlara…
Sizi çocuğunuz sürüklemesin peşinden, çocuğunuz sizin peşinizden gelsin… Yaşlanınca yeterince peşinden gideceksiniz zaten…
Televizyonun, teknolojinin, hazırcılığın, ezberciliğin illetinden kurtarın çocuklarımızı…
Karne gelince de akademik başarısıyla değerlendirip çocuğun burnundan getirmeyin küçücük dünyalarını…
Ayaklarına teknoloji taşını bağlayıp onların koşmasını istemeyin…
Çocuklarımıza her şeyden önce Allah sevgisini aşılamalıyız. Allah sevgisi olan her insan;
Kul hakkı yemez,
Kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi başkasına yapmaz,
Ana baba sevgisini bir ömür içinde taşır,
Kendisini geliştirmek için yoğun çaba sarf eder,
Allah’ı, dünyayı, insanları anlamak için sürekli okur…