Üniversiteler Düzeltilmeden Türkiye Düzeltilemez

Sayın Cumhurbaşkanı bu seneki yükseköğretim akademik yılı açılış konuşmasında dünyadaki ilk 500 üniversitenin arasında sadece 2 tane değil çok daha fazla Türk üniversitesinin olması gerektiğini ifade etti. Bu, var olan durumdan memnun olunmadığının sinyalidir.

Eğitim diyince aklımıza hemen ilköğretimdeki sorunlar geliyor. Aslına bakarsanız yükseköğretim ilköğretimden çok daha önemlidir. Zira kişi mesleğini ilköğretimde öğrendikleriyle değil üniversitede öğrendikleriyle yapar. Hal böyle olunca vatan, üniversite eğitimi ile yönetilir.

Peki, ülkemizdeki üniversite eğitimi ne durumda? Çoğu akademisyenin keyfi tutumları sonucu dünyadaki ilk 500 üniversitenin arasına bazen bir-iki üniversitemiz girerken bazen bu kadar bile şanslı olamamaktayız. Bunun sebebi pek çok üniversitenin eğitim, ilim, araştırma, keşif, icat gibi dertlerinin olmayışıdır. Genellikle akademisyenin dertleri şu şekildedir: ek dersim kaç saat olacak, kaç sınava gireceğim ve kaç para alacağım, yüksek lisans ve doktoraya kimi alayım, bu öğrencilerden kaç para kazanacağım, milletvekilliğine şimdi mi yoksa profesör olunca mı başvurayım..? Bu ekonomik kaygıların tezahürü olarak bir an evvel doçent yahut profesör olmak maksadıyla yazılmış dünyada hiçbir aksülamel uyandırmayan, hiçbir katma değeri olmayan makaleler, tezler… Erzurum Atatürk Üniversitesindeki evlere şenlik, "içindekiler” mahiyetindeki doktora tezi hala akıllarda. Ancak hiçbir şey yapılamaz. Zira akademik özerklik vardır. Tanrı buyruğu değişir, akademisyenlerin kararı değişmez. İşte sorunlar da burada başlıyor.

Eski Türkiye'nin dokunulmazları vardı: subaylar, milletvekilleri, hâkimler-savcılar ve akademisyenler… Ancak yeni Türkiye'de artık kim suçlu ise yargının önünde buluyor kendini. Subaylar gerektiğinde hesap veriyor, milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılıyor, hâkim ve savcılar suç işlediklerinde kendilerini meslektaşlarının karşısında bulabiliyor. Ancak bugün halen bir kast var ki hiçbir şekilde "dokunulamıyor”. Çünkü onların dokunulmazlıkları "özerklik” adı altında devam etmekte: Üniversiteler ve onun öğretim görevlileri…

Üniversitede bir hoca öğrencisine düşük verdiğinde notu düzeltmenin idare mahkemesinden başka yolu yok. Hâlbuki Milli Eğitim Bakanlığında bir öğretmen not için şikâyet edilse derhal başka okullardan öğretmenler bilirkişi olarak tayin edilir ve soruşturma açılarak kâğıt yeniden incelenir. Üniversitede ise hiç kimse hocaya hesap soramaz. Unutmamak gerekir ki bu sınırsız yetki ancak keyfilik ve zulüm doğurur. Hiç kimseye sınırsız yetki verilmemelidir. Büyük ve şeffaf devlet olmanın öncelikli şartlarından biri hesap verebilirliktir. Ülkenin tepe yönetimi dahi halkına hesap verirken akademisyenler nasıl olur da hesapsız çalışabilmektedirler?

Peki öğrenci sınav kâğıdı, lisansüstü veya doktora için hocasının yahut jürisinin kararına idare mahkemesine itiraz ettiğinde neler oluyor? Mahkeme bilirkişi olarak başka üniversitelerden hocaları tayin ediyor. "Bilirkişiler” ise çoğunlukla şikâyet edilen kişilerin arkadaşı. Bir telefona bakıyor iş. Bilirkişi telefonu ciddiye almak zorunda çünkü yarın bir gün de onun işi bugün şikâyet edilen hocaya düşecek. Danışıklı dövüş anlayacağınız. Bozacıyı, şıracıya şikâyet etmiş oluyorsun. Sonuç mu? Gelişemeyen, ilerleyemeyen üniversiteler; kamu kurumlarına kendi adamlarını ve akrabalarını dolduran insanlar... Üniversite hayatımda bir gün derste Y. K. adlı hoca "Siyasi görüşünüz şimdilik beni ilgilendirmez, ancak yüksek lisansa başvurduğunuzda işte o zaman sizi siyasi görüşünüze göre alırım.” diyerek dersin ortasında büyük bir utanmaz tavırla, o merd-i kıpti şecaat arz etmişti.

Peki çare ne? Bir kere üniversitelerin özerkliği kaldırılmalıdır. Hesap verebilirlik en üst düzeye çıkarılmalıdır. Bir hoca yahut jüri öncelikle idare mahkemesine değil üniversiteye şikâyet edilebilmeli ve bilirkişi komisyonu oluşturulabilmeli. Suçlu bulunan hocaya yaptırım uygulanabilmelidir. Zira idare mahkemesine başvurmak kişiye birikiminden en azından 3 bin lira, ömründen de 2 yıl kaybettirmektedir. Buna herkesin gücü yetmez. Lisansüstü ve doktora başvurularında bilim sınavı tamamen kaldırılmalıdır. Tıpkı ÖYP'de olduğu gibi ALES, yabancı dil sınavı ve mezuniyet puanı esas alınarak otomatik olarak atamayı YÖK yahut ÖSYM yapmalıdır. Bilim sınavı diye bir garabet olduğu sürece adayın ALES'ten aldığı puan çok bir anlam ifade etmemektedir. Tez jürisini ise YÖK'teki bilgisayar; her biri farklı üniversitelerden 5 öğretim görevlisini, danışmanın haberi olmayacak şekilde rast gele oluşturmalı, danışmanın oy hakkı olmamalı, karar anında jüriyi etkilememek için öğrenci gibi danışman da dışarı çıkmalıdır. Jüri oluşturma görevi danışmanın olduğu sürece hiçbir şey değişmeyecektir. Zira ne yazık ki halen jüri oluşturma çoğunlukla ahbap çavuş ilişkisi ile yürümektedir.

Ülkedeki ve üniversitelerdeki herkesin ortak olarak yakındıkları bu adam kayırmalar, bu sınırsız yetkiler olduğu sürece Türkiye'nin bir miskal büyüme şansı yoktur. Avrupa'da öğrenciye hiçbir tercihi sorulamazken Türkiye'de siyasi görüşüne göre dersten yahut tezden öğrenci bırakılabilmektedir. Böyle bir ülkenin hangi hayalinin gerçekleşmesi mümkün olur söylesenize? Üniversiteler düzeltilmeden Türkiye düzeltilemez. Selam ve dua ile…


Yazarın Diğer Yazıları