Bir Zamanlar Türkiye

Bir zamanlar eski Türkiye diye bir ülke vardı.  Her kurban bayramı öncesi tavuktan kurban olur mu, (ancak fakirin hakkı olan) kurban derisini paraşütçü, model uçak yapımcısı, yamaç paraşütçüsü yetiştiren bir kuruma verilmeli mi gibisinden soru kılıklı zırvaların saatlerce tartışıldığı; az önce dana jambon yahut portakallı Pekin ördeğini mideye gömüp gelmiş kokanaların programlara çıkıp "Hayvanların canı acımasın, kesmesek de parasını derneklere, fakirlere versek olmaz mı?" diyerek ishal olmuş beyinlerinin çıkardıklarına ekranlarda, milletin karşısında fikir muamelesinin yapıldığı; ramazanlarda "Öpüşerek oruç açılır mı?" gibi zırvaların konuşulduğu programlar olurdu. Medya maymunları haber sunar, haber bültenlerine komiklik yapsınlar diye kendilerinden beter şebekler çıkarırlardı. 3-5 çocuğun kıldığı cemaatle namaz, “Okulda toplu namaz kılınıyor!” namıyla büyük haber(!) olarak yakalanır, ana haber bültenlerinde insanların üzerlerine kusularak boca edilir, büyük habercilik başarısı(!) elde edilirdi. “Hac, bu sene kurbana denk geldi” diye haber yapacak kadar inancından habersiz, “cahil olmak ne güzel, her şeyi biliyorsun!” sözü mucibince hiçbir şey bilmeden her şeyi bilen, kendini ve kimseyi aydınlatamayan acizler güruhuna “aydın” denirdi. Bunlar kimsenin kimseyi dinlemediği, pazar kalabalığı kıvamındaki tartışma “meydanlarında” ve “hatlarında” gecenin bir saatine kadar tartışır, kimse kimseyi dinlemez, ne izleyici ne programı yapan ne de uçakların içine düştüğü hava boşluğu gibi insanları içine çeken bu insan boşluğu konuklar da hiçbir şey anlamadan ve 3-5 saat öncekinden bir şey değişmeden konuklar evlerine, izleyiciler de yarınki seviyesizliklere hazırlanma adına yataklarına dağılırlardı. Bu seviyesizlik halka da sirayet eder, ertesi gün hiçbir şey bilmeyen insanlar aklından geçenleri fikir, malumatlarını bilgi diye insanlara satardı. Ülkenin en önemli sorunu(!) başörtüsüydü. Birilerinin tabiriyle türban. Bu, dinin emri değil, siyasi bir simgeydi. Onun için derhal yasaklanmalıydı. Başörtülü kızlar hangi partinin yahut fraksiyonun simgesi olduğu belli olmayan simgeleriyle (!) üniversitelere alınmazken onların yanından bir başka öğrenci siyasi simgenin tam da karşılığı olan bir parti rozetiyle geçer gider, kimse sesini çıkarmaz, bununla o kız herkese birilerinin derdinin siyasi simge olmadığını anlatmış olurdu. “Velev ki simge olsun” diyenler derhal cezalandırılıyordu. Şimdi yaptıklarının karşılığının Malik tarafından fazlasıyla ödenendiğine inandığım biri, başörtüsü takan bir hanımefendiye "Bu kadına haddini bildirin!" diyerek adamlarını sanki o hanımefendinin üzerine saldırtıyordu. Şimdi aynı yerde komşu olduklarına ve yan yana güneşlendiklerine inandığım bir zevat da "Türbanlılar okumak istiyorsa Arabistan'a gitsin." diyerek şahsiyet(sizliğ)ini, karakter(sizliğ)ini ve de dindar insanları, özellikle bazı cemaatleri nasıl da kandırdığını ortaya koymuş oluyordu. Gel gör ki bu ikiliden birine dini bir cemaat yurtlarımıza karışmıyor diye inatla oy vermeye devam ediyor, diğerinin lideri de evlerimize ve okullarımıza karışmıyor/destekliyor diye ötekine şefaat edeceğini ilan ediyordu. “Kendisi himmete muhtaç dede / Nerde kaldı gayriye himmet ede.” Arkalarından Fatiha yerine, bu beyit dua niyetine:
Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur
Yıkıldı gitti cihandan dayansın ehl-i kubur (kabidekiler)
Okullarda eğitimsiz eğitimciler hezeyan dersler verirdi. Vahdettin vatan haini, Abdülhamit kızıl sultan, padişahlar içkici, harem zevk u sefa ve fuhuş yuvası, İskilipli Atıf Hoca bir yobaz, bir buçuk kişi hariç herkes hain vs... Her ders, aslına ve atasına düşman bu ipsizler üzerimize ağızlarındaki lağımları akıtıp giderdi. Üniversitede askere topuk selamını çakıp “Buyrun efendim”le başlayan “Emredersiniz efendimle” bitirilen cümleler kuran hoca müsveddeleri, bütün sıfatlarını tabasbusluk müessesini iyi çalıştırması sebebiyle almış hocalar allame-i cihan tadında(!), dersi ne olursa olsun uygulanmayan demokrasi dersleri verirdi. Üniversitelerde hiçbir hukukiliği veya yasaklığı olmamasına karşın bir kişi bile çıkıp da “Kanunlarda başörtüsü diye bir yasak yok, anayasaya göre de olamaz!” diyemiyor, çırılçıplak Türk demokrasisine kimse çıplak diyemiyordu. Hâkimler kendilerine hâkim olamayıp avuçları patlayıncaya kadar askerin verdiği dersleri alkışlıyor, darbecilere yaptıkları yağdanlıklarla her yer vıcık vıcık oluyordu. Çünkü o zamanlar koltuk kazanmanın yahut kazanılan koltuğa yapışmanın yolu 500'lük tespihle laiklik çekmekti. Korku filmleri 12'den sonra değil her akşam haber bültenleriyle başlar, her kesim “laiklik elden gidiyor!” teraneleriyle korkutulurdu. Haberlerde gösterilen ve namlarına aczimendi denilen 15-20 kişilik (daha fazla değil) grup Türkiye’yi işgal etti edecek gözüyle anlatılırdı. Hep bir korku, hep bir öcü, hep bir “bak gelirler ha” cambaza bakçılar… Askeriyeden; içki içmiyor, sabah namazı vakti ışığı yanıyor, eşinin başı kapalı diyerek sorgusuzca atılan ve belediyelerde ve hatta özel sektörde bile iş bulmaları engellenen subay-astsubaylarımızın zulmüne hiç girmeyelim. Çünkü ne dramlar yaşandı, ne hayatlar karardı ancak yaşayanlar anlatabilir. O da hıçkırıklara boğulmadan anlatabilirlerse...
Hâsılı? Hâsılı ne mi genç arkadaşım? 28 Şubat denilen insan kıyma günlerinin yıldönümünü yaşadığımız şu günlerde içinde bulunduğun rahatlıkları en baştan beri var olan özgürlükler sanma. Abilerin, ablaların, baban, amcaların ve bizler bugünlerin hayalini kurardık sadece ve bugünler için mücadele verirdik. Asla gardını düşürme. Yoksa bugünleri mumla ararsın, belki hayalini bile kuramazsın. Kazanımların kıymetini bil ve koru. Selam ve dua ile…
 

Yazarın Diğer Yazıları