Sevgili okuyucularım, bir insan topluluğunu millet yapan üç yapı malzemesi vardır: Din, dil, tarih. Bunların biri çimento, biri demir, biri tuğladır. Birinde çatlamalar başlarsa diğerlerinin sağlam olması çok anlam ifade etmez. Millet binasının ayakta durması söz konusu olamaz. Bunlara sahip çıkmamak sahtekâr müteahhide bina yaptırmaya benzer. Elbet birinden (belki hepsinden) çalacak, millet binası yıkılacaktır. İsmet Özel’in çok beğendiğim güzel bir sözü var. Diyor ki söz üstadı "Millet turşu gibidir. Belli bir insan topluluğunu belli şartlar altında bir arada tutarsanız millet oluşur." O halde millet olmanın yolu insan topluluğu olmak, belli şartlar altında kalmak (din, dil, kıtlık, savaş gibi tarih ve kültür birlikteliği) ve bu şartların o insan topluluğunu belli bir zaman süresince yer altında baskı altında kömürü elmaslaştırması gibi şekillendirmesidir. Bizi millet yapan şeyler din, dil ve tıpkı sıkıntıların aileyi bir araya getirmesi gibi tarihte çekilen sıkıntılar gelmektedir. O halde milletin yapı taşlarına sapasağlam yapışmak ve onların dökülmemesi, unutulmaması için azami gayret göstermek gerek. Bu üçünden de en çok etkileneni dildir. Dil binanın dış kısmında. Saldırılara çok açık. Bozulması kolay. Türkçe konuşmayan Türk değildir. Bizim milletimizden değildir. Neyce konuşuyorsa onun milletindendir.
İslam öncesi Çinlilere ve Budistlere özenmişiz, İslam sonrası Araplara ve Farslara, Tanzimat sonrası Fransızlara, sonrasında ve günümüzde Amerikalılara... Biz Allah aşkına ne zaman kendimiz olacağız? Ne zaman kendi dilinde konuşan, kendi kültürünü yaşayan, kendi gibi olan bir millet olacağız? Hep birilerine özenmek zorunda mıyız? Bu özentilik devam ederse ne olacak biliyor musun? BM'nin kültür kolu Unesco'nun açıkladığına göre dünya üzerinde şu anda 4 bin tane dil var. 2020'den sonra bu dillerden 400 tanesi kalacak. Diğerleri ölecek. Peki, bir dil nasıl ölür? Konuşulmayarak. Yıllar evvel izlediğim bir belgeselde Afrika'daki yağmur ormanlarında bir dil var ki o dili sadece 2 yaşlı insan konuşabiliyordu. Onlar da çok yaşlı oldukları için kuvvetle muhtemel ölmüşlerdir. Böylelikle bir dil ölmüş oluyor. Yine Endonezya'da bir dil vardı ki sadece yaşlı bir kadın konuşabiliyordu. Daha doğrusu konuşamıyor sadece biliyor. Çünkü kendi çocukları da dahil kimseyle konuşamıyor o dili. Çok yaşlı bir kadındı. Bir dil daha yok oldu diyebiliriz. Şimdi bir an için kendimizi bu durumun içinde düşünelim ve çocuklarımızla ve torunlarımızla Türkçemizle konuşamadığımızı düşünelim. Öz çocuklarımızla ve torunlarımızla başka bir dille (muhtemel ki İngilizce) anlaştığımızı görelim. Korku filmi gibi. O halde çare çok basit "Türksek Türk gibi konuşacağız, TÜRKÇE konuşacağız" Namusumuza düşmanın elini, toprağımıza ayağını değdirmiyor da ne demeye dilimize düşmanın kelimelerini değdiriyoruz? Azıcık dikkat... Modern emperyalizmde işgal dille başlıyor. Çünkü kişi neyle konuşursa onla düşünür. Beynini kiraya verip kültürünü satma. Unutma dil giderse kölelik ruhuna içirilir. Belki ölmeden ruhun öldürülür. Mankurtlaştırılırsın.
Anadil ne güzel, ne latif bir kelime. İnsanın sevgili annesinin, canından öte canı olan valideciğinin bıraktığı en güzel hazine, en güzel miras. Biz şu an ne konuşuyorsak, yazıyorsak anneciğimizin öğrettikleri ile konuşuyor, yazıyoruz. Anadiline sahip çıkmayan; annesinin emanetine, mirasına sahip çıkmamış hain evlattır.
Bana ırkını söyleme, bana neyce konuştuğunu söyle. Gerisinin önemi yok. İnsan efendileri gibi düşünür, konuşur, yaşar... "Türkçenin çekilmediği yerler vatandır." diyor Yahya Kemal... Buraları bize vatan yapan kan ve kelamdır. Hala dökülen kan ve kelam... İkisi de namustur. Namusuna sahip çık. Burada Türkçe konuşabilmemizi sağlayanların ruhları şad olsun, emekleri zayi olmasın.