Ocak ayındayız Gece saat 03:00. Kar yok ama soğuk içimize işliyor. Konya'da ki evimizin penceresinden dışarıya bakıyorum. Haftalardır geçirdiğim uykusuz gecelerden biri daha. Dışardan bulduğum muşambayla kapatmaya çalıştığım Penceremin, açık kalan yerlerinden rüzgarın çıkardığı sesi dinliyorum. Eşim, 10 ve 5 yaşındaki çocuklarım uyuyor. Elektrik ve doğalgaz olmadığı için evde ne kadar yorgan battaniye varsa örtmüşler üzerlerine. İçim biraz geçer gibi olmuş. Biranda kıyamet kopuyor. Öyle bir ses ki, şiddeti gözlerimi karartıyor biranda. Kendime gelirken sadece çınlama sesi var kulağımda. Ne zaman sonra sesler duymaya başlıyorum. 2-3 adam kolumdan tutmuş çekiyorlar dışarı doğru. Komşum sarılıyor. “Allah’a şükürler olsun” diye ağlıyor durmadan. Yüzüme su serpiyorlar. Biraz kendime gelince, hızlıca toprağı kazmaya başlıyorum. Aylardır doğru dürüst bir şey yemeyen bir adamın halsizliğiyle, evde ki eşi ve iki çocuğunu kurtarmak için parmakları kanayıncaya kadar kazıyorum yıkılan bina enkazını. Geçen her zaman umudum azalırken, birden “baba” sesi çınlıyor kulaklarımda. Küçük oğlum bu evet o. Kırmızı renge ve toza bulanmış bedenini kucaklıyorum. Eşim ve büyük oğlumdan ses gelmiyor. “Artık yeter” diyorlar etrafımdakiler. Tırnaklarım kırılmış, parmaklarımda kalemi bile tutacak derman kalmamışken biri asılıyor yakamdan. “Yeter artık, çocuğu yetiştirelim” . Dönüyorum hemen, alıp kucağıma oğlumu biniyoruz eski bir arabaya. Bir taraftan oğlumu teselli ederken bir taraftan çaresizce Konya’yı izliyorum. Nalçacı Caddesi’ndeyiz. Yolun iki tarafındaki apartmanlar sadece bir beton yığınına dönüşmüş. Yanan bir tramvay yatmış yolun kenarına. Hep trafiğinden şikayet ettiğimiz yolları bomboş artık. Önceleri gideceğimiz yere kadar 4 özel hastane varken, şimdi sadece bir tane kalmış koskoca Konya’da. Aklımda eşim ve diğer çocuğum, kucağımda belki de bu hayatta kalan tek şeyim evladım. Peki ya Vatanım, devletim, bayrağım... Bu zulüm niye? diye soruyorum yol boyunca. Bu yol üstünde eskiden bir çok ekmek fırını ve pastaneler vardı . Sağlıklı yaşamak için, ekmek yemediğimiz günler geliyor aklıma. Oysa şimdi, sadece yaşamak için ekmek kırıntısı arıyoruz sokaklarda. Rab’bin huzuruna çağıran o ezan seslerini uzun zamandır duyamıyoruz. Tüm camilerimiz yakılıp yakılmış. En çok camisi olan şehir diye gururlandığımız şehrimizde, ezan okunan bir tek cami kalmadı mı? diye soruyorum. Tarih ve kültür şehri yerine, filmlerde gördüğümüz terkedilmiş bir beton yığını, hayalet bir şehir artık. Muazzam parkları vardı bu şehrin. Ailelerin çocuklarıyla vakit geçirdiği, gençlerin koşuşturduğu, kuşların cıvıltılarıyla dolu parklar toprak yığını olmuş. Hayatım film şeridi gibi akıyor gözlerimden. Şehit olan kardeşim geliyor aklıma. Henüz evlenmemişti. Annemi alarak başka ülkelere sığınan abimler ne durumdaydı? Yine sesler geliyor. Karatay bölgesine mi düştü, yoksa Meram bölgesine mi?
Büyük bölümü bombalanmış ve sadece bodrum katında hizmet verebilen Şehir Hastanesi’ne ulaşıyoruz. Hızlıca giriyorum hastaneye. Hastaneden ziyade morga benziyor. Çünkü, gelen yaralıdan çok ceset var burada. Eskiden bir baş ağrısı için geldiğim ve 5 dakikanın hesabını sorduğum hastanede, kucağımda yavrum yalvarırcasına koşuşturuyorum . Bir hemşire çıkıyor karşıma. Üzerindeki beyaz elbise, bir hemşireden çok kasabı andırıyor. Kızıla boyanmış önlüğü ve gözlerindeki yorgun bakışlarla oğluma bakıyor. Sadece bir bez parçasıyla sarıyor başına. İlaç, serum, röntgen, ameliyathane yok. Sadece bir bez parçası sarıyor. Mahcup oluyor belli ki ama yapacak hiçbir şey yok. Buranın sadece ismi geçiyor hastane diye. Bir köşeye çaresizce oturuyorum. Elimden hiç bir şey gelememenin acısıyla ağlayıp, elimi oğlumun yüzüne sürüyorum. Biz zamanlar o sıcacık gülümsemesi yerine, bedenine işleyen soğuğu sarıyor bedenimi. “yavrum” diyebiliyorum sadece. Alıyorlar ellerimden, dışarı çıkıyorum. Hava buz gibi. Çocuğumun o soğuk bedeninden sonra, hiçbir soğuk etkilemiyor artık beni. Ellerimi semaya açıyorum YA RAB… Görüyorsun halimizi. Biliyorum sen çok merhametlisin. 1,5 milyarlık Muhammed ümmeti nerede? Nerede İslam’la şereflenmiş, kardeş dediklerimiz? Bunca zulüm altında yaşarken sosyal paylaşımlarında yediklerini sergileyen, filmden, maçtan, konserden kalmayan kardeşlerim nerede? Uzatın elinizi ne olur. Ya gelir uzatın kardeş elinizi yada vallahi şikayetçiyim Ruz-i Mahşerde… Sesler yükseliyor. “Allahu Ekber, Allahu Ekber”. Uykumdan öyle uyanıyorum ki, kalp sesimle ezan sesi birbirine karışıyor. Maratonun sonuna gelmiş yarışçı gibi nefes nefeseyim. Sabah ezanı okunuyor. Evimin karşısındaki Uhud Cami’nin imamı Mehmet hocanın sesi bu. Gözlerim hala yaşlı ve sırılsıklam her zerrem. Bedenim titriyor. Dudaklarımdan dökülen üç cümle. AFFET BİZİ HALEP…