Çuvaldız

Hayatım buyunca muhafazakâr bir çevrede yetiştim. Ailem, akrabalarım, arkadaşlarım ve çalıştığım kurumların hepsi muhafazakârdı. Siyaseten muhafazakâr partileri destekler, alışverişimizi muhafazakâr bildiğimiz marketlerden yapar, muhafazakâr gazeteleri okur ve muhafazakâr TV'leri takip ederdik. Muhafazakârlık sömürü sistemi olan faizi reddeder, aile kumrunu önceliğine alır, idealist öğrenciler yetiştirir, ahilik kültürüne sahip esnaflar ve ahlaklı ticaret erbabı yetiştirirdi. Aslında devleti en iyi muhafazakâr partiler yönetir, adaleti en iyi muhafazakâr partiler sağlar. Ah bide askeriye muhafazakâr olsa bak bu memleket nasıl şaha kalkar. Yıllarca mücadele edildi. İl il, ilçe ilçe, sokak sokak, ev ev gezildi. Tüm evlere girilmedi sadece aynı zamanda gönüllere de girildi. Öyle ya kapıya gelen takım elbiseli lüks arabalı kimseler değildi. Selamla girilir, önce dava anlatılır, sonra yapılacak tüm hizmetler tek tek sıralanırdı. Öyle uçuk kaçık projeler değildi elbette. Mesela her mahalleye tatlı su çeşmesi, mütevazi çocuk parkları, ana halterlere asfalt vs. Bu toplantılar otel lobilerinde yada devasa salonlarda gerçekleşmezdi. Öyle ki bu partilere gönüllerini veren mahallede oturan ağabeyler evlerini açar hele sobada yanıyorsa öyle sıcak sohbetler çıkardı ki sabahlar olmasın isterdik. Propagandanın en lüksü Tv'den yapılır tabi oda sınırlı şekilde. Öyle hatipler vardı ki sadece partilerde değil illerin bile onlarca hatipleri vardı. Konuştuğu zaman tüm dikkatler kesilir, heyecanlar doruğa ulaşırdı. Öyle samimi ve beklentisiz çalışıldı ki tekeden süt çıkarılırdı adeta. İstanbul ve Ankara gibi metropol şehirlerin muhafazakarlar tarafından yönetileceğini duyduğumuz an adeta devrim yaşandı. Ne imkânsızlıklar, nede baskılar durduramamıştı. İşte alınmıştı İstanbul ve Ankara. Seçim çalışmalarını eski otobüslerle, yarı aç yarı tok, marşlar söyleyerek yapan bizim cenah artık zafere adım adım yaklaşıyordu. Bu iktidarın ilk adımıydı. Biliyorduk ki yereli alırsak geneli de alırız. İstanbul ve Ankara'da öyle bir hizmetler yapıldı ki vatandaş hayal olarak gördüğünü yaşamaya başladı. Kısa bir Erbakan dönemi ardından 28 Şubat ve baskılar. Bu süreçte daha da bilendi bu kesim. Daha çok çalışıldı, daha çok özveri, daha çok arzuladı özlenen günleri. Artık zaman gelmişti. Her alanda çöküş yaşadığımız bir süreçte İstanbul'da yaptıklarıyla ismini duyuran ve her kesimin gönlüne taht kuran Recep Tayyip Erdoğan artık siyaset arenasının en büyük aktörü olacağının ilk sinyaliydi. Sürekli gezen, hiç durmadan çalışan, makam ve mevkilere ehline teslim eden bu lider girdiği her seçimi katlayarak kazanıyordu. Ekonomi büyüyor, duble yollar, hızlı trenler, barajlar, okullar, üniversiteler, hastaneler, stadyumlar, kültür merkezleri, devasa salonlar, spor salonları, sosyal alanlar vs. Bunca yapılan hizmete rağmen bir şeyler eksik kaldı. Bu eksik öylesine hissettirdi ki kendini benliğimizden uzaklaştık, değerlerimizi yitirdik, aileyi kaybettik, nesillerimizi yarış ettirdik, ideal kazandıramadık. Yazar Alev Alatlı'nın "yasal olan her şey helal değildir” söyleminin sadece yasal kısımlarına bakar olduk. her şeye çıkar gözüyle bakar olduk, hak etmediğimiz mevkilere referansla geldik, artık toplantılarımızı en şaşalı otel lobilerinde yapar olduk. Bizde de olsun mantığıyla yılda bir kez bile kullanmadığımızı devasa kongre merkezleri yaptık. Binalarımız fazlalaştı lakin içine girecek insan bulamadık. "Yanlış” diyen din adamlarımızı ötekileştiriyor, "yanlış” diyen yazarlarımıza "o bizden değil” söylemini geliştirir olduk. Gönüllere girmenin ne demek olduğunu bilmeyenlerin bu kavram üzerinde sosyal medyada yaşlı amca ve teyzeyle çekilmiş el öpme resimlerini koyuyoruz. Sahi o amcanın ve teyzenin ismi aklımızda kaldı mı? Yada sorunları var mıydı sahi sormayı unuttuk! Bugün bunları konuşamadığımız, eleştiremediğimiz, çuvaldızı batıramadığımız için bu haldeyiz. Keşke ekonomiyi konuştuğumuz yada öncelik tanıdığımız kadar bu meseleleri konuşabilseydik. Eyvallah…


Yazarın Diğer Yazıları