ALMANYA’DA TÜRK OLMAK -3-
KIR AĞASI
PAYİTAHTTA BİR ÖMÜR
TRAFİK SİGORTASINA YETKİ BELGESİ ESNAF ÇÖZÜMÜ
Konya’da etliekmek savaşları-2
SURİYE’YE “OSMANLI YÖNETİM MODELİ” LAZIMDIR.
HRİSTİYAN BİR KOMŞUN NAMAZ KILSA NE DERSİN?
Laiklerin gücü nereden geliyor?
Bitcoin altına rakip olabilir mi?
Yeni Bir Yıla
HAK AŞIĞI AHMED-İ KUDDÛSİ
“Ver Korkuyu” Değil; “Ver Coşkuyu”
DOĞAL ŞİFA KAYNAĞI: YEŞİL ÇAY
İNGİLİZLER VE HİNDİSTAN’IN KARANLIK TARİHİ
SULTAN VAHDETTİN’İN MEZARI TÜRKİYE’YE GETİRİLSİN
Oynamak İstemeyenler Varsa İsteyenler Oynasın
Futbolun Yazılı Olmayan Kuralı…
SURİYE’NİN BÖLÜNMESİ
Alfa Romeo Junior
KONYALISIN ETLİEKMEK
Devam edecek…
Bu arada, evler neden hep halı kaplıydı ya da hiç halı yoktu. Bizim gibi perde alışkanlıkları da yoktu, panjurları vardı. Gösterişli, abartılı bir yaşam sürmüyorlarsa da, görsel detaya çok önem veriyorlardı. Bahçe, balkon, pencerelerinde çiçekler, dekorlar eksik olmuyor, her mevsim ve özel günlerde bunlar değişiyordu. Her objenin bir anlamı ve zamanı vardı. Eğlence anlayışları; hafta sonları, doğum günleri, kutsal kabul edilmiş günler, belirli zamanlarda yapılan toplu eğlencelerle -festler- bayramlar ile kısıtlıydı. En fazla randevulaşarak, tanışmayı pekiştirmek ya da çocuklarının ailelerini tanımak için evde pasta eşliğinde kahve içer, restoranlarda ya da bahsettiğim günlerde bir araya gelirler, akşam oldu mu da kilerden evlerine bira taşırlardı.
Fakat hediyeleşmeye çok özen gösteren bir toplumdular. Lüksten uzak, sade evlerde oturmayı, en iyi değil en ekonomik ve kullanışlı otomobilleri tercih etseler de hediyeleşirken karşısındakinin ihtiyaçı olan eşyayı almayı düşünür ve en güzel şekilde -ayrıca masraf yaparak- güzel paketlerde takdim ederlerdi. Elbette bizim için onların ruhsuz oldukları fikrini değiştirmiyordu bunlar! Davet dildiğiniz bir yere olumlu ya da olumsuz cevabınızı vermek zorundasınız. Çünkü gereksiz masraf yapmak istemeyen bir toplumdurlar. Bize göre cimridirler! Düğünlerde, doğum günlerinde, yeriniz isminizle belirtilmiştir. Cenazelerde evlere toplu ziyaret yapamazsınız, belirtilecek bir gün ve yerde ancak bir araya gelinir ve taziyeler iletilir. Ayrıca böyle zamanlarda, evinize gelip sizinle gözyaşı dökmeseler de üzüntülerini posta kutusuna koyacakları bir zarfın içine, kimin kaç euro koyduğunun yazıldığı, bir zarfla da gösterebilirler.
Evimin dışarıyı gören dört penceresinde birisi karşı duvara, diğeri boş bir bahçeye ve kilise kulesine, çatıya açılan iki pencere ise gökyüzüne bakıyordu. Gökyüzü hepimizindi, din, dil, ırk gözetmeden. Sandalyeye çıkıp bin bir zorlukla uzattığım kafam, yine kırmızı çatılar görse de bizim çatılarımız değildi. Bu gökyüzü de yabancıydı her şey gibi, herkes gibi… Bir yıl boyunca en özlemli günlerim o bahçeye bakıp, kilise kulesinden her on beş dakikada bir çalan çanın sesini duyacaktım (zamanla duymaz olursunuz). Ezan sesi yoktu, namaz vakitlerini takip etmek için görmeye hasret olduğum güneş gibi…
Öncekilerden çok avantajlı, şimdikilerden şanssızdım! Çok zamanım, dinleyecek onlarca cd çalar ve kasetim vardı. Okuyacak tek kitabım ise; Nikoloy Gogol'un Ölü Canlar isimli kitabıydı. Eşime aitti "Arada bakıyordum” demişti. Türkiye'den ilk gelişimde, çeyizleri getirmenin manasızlığını işte o zaman anlamıştım. Neyse ki orada tanıdıklardan kitap almak mümkündü. Güzel insanlarımız her konuda olduğu gibi bu konuda da paylaşımcıydı... Türk marketlerinden Türk gazeteleri alabiliyorduk. Her bir satırını okur, bulmacaları asla israf etmezdim. Uygulamadaki yasalar sebebiyle çanak anten takmamız yasak olduğundan, kablodan sadece TRT İNT kanalını izleyebiliyordum. Çoğu program o yıllarda bana hitap etmiyordu. Akşamın geç saatlerinde eşim, vardiyalı işinde ve ben televizyonda "İstanbul'un gizli kalmış tarihi” isimli bir programı izliyorum. 70 yaşında, yaşına yakışır tavrıyla konuyu anlatan sunucu, benim alternatifsizliğimden faydalanırcasına, İstanbul'un bütün sırlarını benimle paylaşıyordu!
Türk marketleri demiştim; her bakımdan ihtiyaçların karşılandığı yerlerdi. Türkiye'den gelmiş ya da bizim damak tadımıza uygun yiyeceklere ulaştığımız gibi, Türklerle de bir araya geldiğimiz buluşma noktalarından biriydi... Hayatımda ilk kez salkım domatesi orada görmüştüm fakat bu önemli değildi, kokusu ahh o kokusu! Annemin bahçemizde yetiştirdiği domates gibi kokuyordu. Başka bir gün yediğim bir elma! Evet, çok fazla ve farklı kültürler sebebiyle çok çeşitli bir besin yelpazesi vardı. Fakat, ilk yıllar tat alamadığınız gibi bazı yiyeceklerin iğrenç olduğunu da düşünebilirsiniz! Bu yüzden o 'koku' çok önemliydi. Böyle bir durumda önce mutluluk hissedersiniz ve yüzünüze bir tebessüm yayılır. Büyük bir keyif alırsınız; kilometrelerce uzaklardan gelen! Sonra o haz yerini derin bir acıya bırakır. Doğduğunuz topraklardan, sevdiklerinizden ne kadar uzakta olduğunuzu hatırlarsınız. Bu hissettikleriniz de sizin bir nevi kutsalınız olur. İşte bu durum ve duygunun adı gurbettir, siz de gurbetçi olmuşsunuzdur.
İstediğim zaman ailemi telefonla arayabiliyordum, eşim faturayı sorun etmiyordu. Her konuda elinden geleni de yapıyordu ama yetmiyordu! Bu durum "Bülbülü altın kafese koymuşlar, ahh memleketim" deyişinin yaşanan haliydi. Kolay değildi, ülkemdeki memuriyetimden ayrılmışım, ardımda sevdiğim bir kalabalık bırakmışım. Öncekilere göre şanslı olduğumu söylemiştim. Eşim ve eltim sayesinde hemen bir çevre edinmiş, kaynaşmıştım da... Gün bile yapıyorduk! Fakat yeni tanıştığım o duyguyu yenemiyordum. Devam edecek…