DOĞU VE BATI KÜLTÜRÜ ARASINDA FARKLI BİR ŞAHSİYET

EMİN MALUF (AMIN MAALOUF)

Emin Maʿlûf, Osmanlı Devletinin hükmü altında olduğu bir dönemde, Beyrut'ta Marunî bir anne ve Katolik bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelir. Çocukluğunu ve ilköğrenimini burada tamamlar. Ancak ülkesinde ortaya çıkan iç savaştan dolayı zorunlu olarak yurtdışına çıkan ailesiyle birlikte Batıya göç eder. Halen 1976'dan beri Fransa'da yaşayan yazar, 1991 yılında Işık Bahçeleri adlı eserinden dolayı Unicef Ödülüne ve 1993 yılında Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülüne layık görülür.

Emin Maluf'un anneannesi İstanbul'da doğmuş; Marun Nakkaş adındaki büyük dayısı da yüzyılın başında Osmanlı başkentinde tiyatro oyunculuğu yapmıştır.

Son yıllarda ülkemizde de pek çok eseri Türkçe'ye çevrilen Emin Malûf, her ne kadar eserlerini Fransızca yazmışsa da aslen Lübnanlı olması ve eserlerinde Lübnan, Arap edebiyatı ve Doğu medeniyetine çokça yer vermesi, onu Doğu kültür ve edebiyatına ait kılar. Ancak bu denli tutulur olmasında, onun Hristiyan olmasının etkisi büyüktür.

1997 yılında Tüyap Kitap Fuarı dolayısıyla Türkiye'ye gelen yazar kendisiyle yapılan söyleşide; "Benim tarihim, Roma, Yunan, Fenike, Osmanlı ve Arap kültürüdür. Geçmişi düşünüyorum, yaşıyorum ve yazıyorum.” diyen Maluf, alfabeyi bulan kültüre sahip olmanın ayrıcalığını hissettiğini kaydeder. "İnsanlık kadar eski” olarak tanımladığı edebiyatın önemini yitirmediğini dile getiren Maluf, şöyle konuşur: "Yaşadığımız yüzyıl, görsellik açısından zengin olabilir. Ama tüm görsel bombardımana rağmen edebiyat yaşıyor ve yaşayacak. Hem de önemini yitirmeden. Çünkü edebiyata ihtiyacımız var. Farklı bir duyguyu hayal etmeye ihtiyacımız var. Geçmişi ve geleceği anlatmak zorundayız. Bunu ancak edebiyatla gerçekleştirebiliriz. Ama edebiyat da aynı kalmıyor, değişiyor. Farklı anlatım biçimleri deneniyor. Edebiyat, mutlaka yazı olmayabiliyor. Görüntü daha önemli olsa da, en iyi filmler hep edebiyat uyarlamalarıdır…” Yunus Emre'yi okuduğunu ondan etkilendiğini bildiren Maluf, Lübnan'ın, 400 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu yönetiminde kaldığını Türkiye'nin Lübnanlılar için "tutku ve aşk” kadar önemli görüldüğünü vurgular.

Onun öne çıkan ve birçoğu Türkçeye tercüme edilen eserleri şunlardır: Arapların Gözünden Haçlı Seferleri (1983), Afrikalı Leo (1984), Semerkant (1986), Işık Bahçeleri (1991), Beatrice'ten Sonra Birinci Yüzyıl (1992), Tanios Kayası (1993), Doğu'nun Limanları (1996), Ölümcül Kimlikler (1998), Yüzüncü Ad- Baldassare'nin Yoluculuğu (2000), Uzaktan Aşk (2001), Yolların Başlangıcı (2004), Adriana Mater (2006), Çivisi Çıkmış Dünya (2009), Doğudan Uzakta.

Tarih hakkında şu ilginç tespitlerde bulunur: "Zaten tarih insanlığın belleğidir, tarihten kopmak kendi belleğinden kopmaktır, yazar ne yazsa, tarihsel bağlamdan kurtulamaz ki!/ Ben her şeyden önce romancı olmak istiyorum, ama aynı zamanda bir roman ele alındığında, onu politik bir çerçeveye, gündelik olayların bağlamına oturtmamak imkânsız gibi. Benim istesem de istemesem de verdiğim politik mesaj, köken ve aidiyetlere sıkı sıkı sarılmayı reddetmekten geçer. Ama güncel politik olaylara asla değinmek istemiyorum./ Ben Lübnanlı'yım. Lübnan bildiğin gibi farklı farklı kimliklerin oluştuğu bir ülkedir. Kimisi kendini Fenikeli diye tanımlar, kimisi Arap'tır, kimisi Osmanlı… Benimse parçalanmaktan kurtulmak, kendimle barışık yaşayabilmek için kendime seçtiğim aidiyet şudur: Ülkemin tarihine aitim ya da ülkemin tarihine ait her şey benim kişiliğimin bir parçasıdır. Lübnan'ın Roma, Grek, Arap, Osmanlı dönemlerinin hepsine sahip çıkıyorum, bütün bunların toplamı ve karışımıyım. Kitaplarımın tümünde, en geniş anlamıyla Doğu uygarlığı algılanır ve buna her zaman bir nebze Batılılık da eklenir, Doğu'yla Batı arasındaki bu gelgiti ben asla önceden planlamam, kendiliğinden oluşur. / Ömür boyu yazacağıma inanıyorum, zaten yazı esas vatanım benim. Belki de tek vatanım…”

Yazar, mensup olduğu din, yaşadığı coğrafyadaki siyasi ve toplumsal yapı, beslendiği kültürel kaynaklar ve uzun süre yaşadığı ve tanıma imkânını bulduğu Paris özelinde Batı kültür ve toplumunun etkisiyle adeta ortaya karışık bir düşünce yapısı koymuştur. Ancak böyle bir yapıda olan onlarca aydın ve yazar ne yazık ki İslam'a ve Müslüman yöneticiler tarafından yönetilen ülkelerin yönetim anlayışlarına onun gibi olumlu yaklaşamamıştır. Onun bu yaklaşımı Türkiye'de ve diğer Müslüman ülkelerde tutulmasını sağlamıştır. Mutlaka okunmasını tavsiye ettiğim Ölümcül Kimlikler adlı eserinde İslam'la Hıristiyanlığı karşılaştırdığı şu değerlendirmesi, hayli enteresandır:

"…Geçen yüzyılın sonunda, en büyük İslam gücünün başkenti İstanbul'un nüfusu içinde başlıca Rumlar'dan, Ermeniler'den ve Yahudiler'den oluşan Müslüman olmayan bir çoğunluk bulunuyordu. Aynı dönemde Paris'te, Londra'da, Viyana'da ya da Berlin'de nüfusun yarısının Hristiyan olmayanlardan, Müslüman ve Yahudiler'den oluşabileceği düşünülebilir miydi?”

" Hiçbir din hoşgörüsüzlükten soyutlanmış değildir; ama bu iki rakip dinin bir bilançosu yapılacak olsa, İslam hiç de fena görünmez… Eğer atalarım, Müslüman orduları tarafından fethedilen bir ülkede Hristiyan olmak yerine, Hristiyanlar tarafından fethedilen bir ülkede Müslüman olsalardı, onların inançlarını koruyarak on dört yüzyıl köy ve kentlerinde yaşamaya devam edebileceklerini sanmıyorum. Gerçekten de, İspanya'daki Müslümanlara ne oldu? Ya Sicilya'daki Müslümanlara? Yok oldular, tek kişi kalmamacasına katledildiler, sürgüne zorlandılar ya da cebren Hristiyan edildiler.”


Yazarın Diğer Yazıları