ARAP KÜLTÜRÜNDE TÜRK KÜLTÜRÜNÜN İZLERİ 3

 

 

Osmanlı Devletinin son dönemlerinde Hıristiyan kimliğiyle İslam tarihi üzerine birçok roman kaleme almış olan Corci Zeydan, Abdulhamid karşıtı İttihat Terakki ve Jön Türkler yanlısı bir siyaset takip etmiş ve bundan dolayı da, Abdulhamid tarafından Osmanlı topraklarına girmesi yasaklanmıştı. İstanbula Seyahat ve Osmanlı İnkılabı adlı eserlerinde o dönem Osmanlı Türk tarihi hakkında birçok şey anlatılır. Arus Fergana, Şeceretu'd-Durr, İstibdadu'l-Melaike, el-Memluku'ş-Şarid, Ahmed b. Tolun, Selahaddin Eyyubi gibi eserlerde ise Abbasi, Eyyübiler, ve Memluklu dönemlerindeki Türkler konu edilir.

Modern dönem Arap şairlerinden Halil Mutran, Osmanlı coğrafyasında yaşaması sebebiyle Türkçe bilmesi, ne yazık ki dönemin II. Abdulhamid hakkındaki dezenformosyanun etkisinde kalarak Türkiye'deki yenilikçi çağdaş Türk edebiyatçılarına ilgi göstermiş; Türk edebiyatının ilk romantikleri olan Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa'nın yanı sıra, eski şiir zevkiyle ürünler verilmesi gerektiğini savunan Muallim Naci, "sanat sanat içindir” anlayışını benimseyen Recaizade Mahmut Ekrem ve Abdulhak Hâmid Tarhan'ı orijinal eserlerinden okumuş ve onlardan etkilenmiştir. İçten içe Arap hürriyetini, bağımsızlığını benimsiyor olsa da Osmanlı Devletinde ıslahat çalışmalarından yana olmuştur. Yabancılara ve komploculara karşı Osmanlıyı daima desteklemiştir. Balkan Savaşlarında Osmanlının yanında olmuştur. Ama diğer yandan da Abdulhamid'e karşı Jön Türklerin tarafını tutmuştur.

Türkiye ile ilgilenen bir diğer şahsiyet; 1931-1935 yılları arasında Mısır'ın İstanbul konsolosluğuna sekreter olarak atanan ve burada görev yaptığı sırada Mustafa Kemal Atatürk hakkında çok şey okuyan ve hatta birkaç kez onunla görüşen ayrıca bu dönemde Türkiye'nin Shakespeare'i diye tanımladığı Abdulhak Hamit ve Yahya Kemal ile tanışma fırsatı bulan Yahya Hakkı'dır.

Kendisiyle yapılan bir söyleşide Hakkî, Türkiye'de kaldığı günleri şöyle dile getirmiştir: "Akşam sabah şapka giyme zorunluluğundan dolayı, adeta şapka giyme sanatını öğrendim, bir fesle beraber altı adet şapka satın almak zorunda kaldım.” Atatürk'ün batılılaşma uygulamasına karşı öfkeli olan yazara göre; "Türkiye cebri bir değişime uğratıldı; sonuçta geri gidişten başka da bir şey kazanmadı. Batı, Türkiye'yi, hiçbir zaman kendileriyle bir tutup bir Avrupa ülkesi olarak kabul etmeyecektir.”

1988 yılında kendisine Nobel Edebiyat Ödülü verilen Necip Mahfuz'un romanlarında Türk asıllı Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve onun soyundan gelenlerin dönemleri anlatılır. Genelde olumsuz yaklaşan Necip Mahfuz, nöbetçi, selamlık, bölüklü gibi pek çok Türkçe kelime kullanır.

Halen hayatta olan ve pek çok romanı Türkçe'ye tercüme edilen Emin Maluf'un Doğunun Limanları'nda Adana'daki Ermeni ayaklanması, Yolların Başlangıcı'nda Osmanlı ve Atatürk hakkında yorumlar, Yüzüncü Ad'da iseTürkiye üzerinden bir kitabın izinde Batıya seyahat konu edilir. 1997 yılında Tüyap Kitap Fuarı dolayısıyla Türkiye'ye gelen yazar kendisiyle yapılan söyleşide; "Benim tarihim, Roma, Yunan, Fenike, Osmanlı ve Arap kültürüdür. Yunus Emre'yi okuduğunu ondan etkilendiğini bildiren Maluf, Lübnan'ın, 400 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu yönetiminde kaldığını Türkiye'nin Lübnanlılar için "tutku ve aşk” kadar önemli görüldüğünü vurguladı.

Emin Malûf'un mutlaka okumanızı tavsiye ettiğim Ölümcül Kimlikler adlı romanında yer alan ve kimlikler konusunda bizimle ters düşmeyen hatta kimi zaman birebir örtüşen sözlerini sizinle paylaşmak istiyorum.

Ben Lübnanlıyım. Lübnan bildiğin gibi farklı farklı kimliklerin oluştuğu bir ülkedir. Kimisi kendini Fenikeli diye tanımlar, kimisi Arap'tır, kimisi Osmanlı… Benimse parçalanmaktan kurtulmak, kendimle barışık yaşayabilmek için kendime seçtiğim aidiyet şudur: Ülkemin tarihine aitim ya da ülkemin tarihine ait her şey benim kişiliğimin bir parçasıdır. Lübnan'ın Roma, Grek, Arap, Osmanlı dönemlerinin hepsine sahip çıkıyorum, bütün bunların toplamı ve karışımıyım. Kitaplarımın tümünde, en geniş anlamıyla Doğu uygarlığı algılanır ve buna her zaman bir nebze Batılılık da eklenir, Doğu'yla Batı arasındaki bu gelgiti ben asla önceden planlamam, kendiliğinden oluşur.

"…Geçen yüzyılın sonunda, en büyük İslam gücünün başkenti İstanbul'un nüfusu içinde başlıca Rumlardan, Ermenilerden ve Yahudilerden oluşan Müslüman olmayan bir çoğunluk bulunuyordu. Aynı dönemde Paris'te, Londra'da, Viyana'da ya da Berlin'de nüfusun yarısının Hristiyan olmayanlardan, Müslüman ve Yahudilerden oluşabileceği düşünülebilir miydi?”

" Hiçbir din hoşgörüsüzlükten soyutlanmış değildir; ama bu iki rakip dinin bir bilançosu yapılacak olsa, İslam hiç de fena görünmez… Eğer atalarım, Müslüman orduları tarafından fethedilen bir ülkede Hristiyan olmak yerine, Hristiyanlar tarafından fethedilen bir ülkede Müslüman olsalardı, onların inançlarını koruyarak on dört yüzyıl köy ve kentlerinde yaşamaya devam edebileceklerini sanmıyorum. Gerçekten de, İspanya'daki Müslümanlara ne oldu? Ya Sicilya'daki Müslümanlara? Yok oldular, tek kişi kalmamacasına katledildiler, sürgüne zorlandılar ya da cebren Hristiyan edildiler.”

 

 


Yazarın Diğer Yazıları